Responsive Ad Slot

Hasan AKAR etiketine sahip kayıtlar gösteriliyor. Tüm kayıtları göster
Hasan AKAR etiketine sahip kayıtlar gösteriliyor. Tüm kayıtları göster

Hasan AKAR | Eski Bakanlarımızdan Ali Şevki EREK Üzerine

Hiç yorum yok
Tokattan.net | Hasan AKAR | Eski Bakanlarımızdan Ali Şevki EREK Üzerine
B
akanlar gelir geçer, bakanlar gelir geçer… Gözüyle bakanlar, sözüyle bakanlar ve yüreği ile bakanlar gelir geçer…

Tokat’ın sevilen, sayılan evladı Tokat Milletvekili ve Bakanlarımızdan Ali Şevki EREK ve ailesi hakkında bir makale yazmayı uzun zamandır düşünüyordum. Bu düşüncemi kendisine açtığımda “Hay hay hocam” deyip istediğim bazı bilgi ve fotoğrafları kısa sürede tarafıma ulaştırdı. Kendisine bu konuda çok müteşekkirim.

Yazıya nereden nasıl başlayacağımı düşünürken geçen yıl Ankara’dan alıp bazı dostlarıma da hediye ettiğim İş Bankası Kültür Yayınlarından Prof. Dr. İlhan BAŞGÖZ’ün  “Gemerek Nire Bloomington Nire, Hayat Hikâyem” adlı eseri beni rahatlattı. Eserin bazı bölümlerinde 1950-1952 yılları arasında görev yaptığı Tokat’tan ve Gazi Osman Paşa Lisesi’ndeki eğitim hayatından uzun uzadıya bahsediyordu. Hoca, hatıraların arasında 1951 ve 1952 yıllarında Edebiyat derslerine girdiği 4 B sınıfı öğrencilerine ve arkadaşları arasından Ali Şevki EREK’in derslere ve özellikle edebiyata olan ilgisi, tanınmış şair ve yazarlarla mektuplaşmalarından olacak O’na ayrı bir bölüm ayırmıştı. 
....
Folklor/Edebiyat Dergisi’ne 2019 yılında bir röportaj veren Bakanımız Ali Şevki EREK, hocası İlhan BAŞGÖZ’ün kendisine yazdığı mektuplardan bahsetmiş. O mektupta dikkatimi çeken bir bölümü aşağıya alıyorum. 13.06.1952 tarihli cevabi mektubunda;
Kardeşim Şevki,
... İnsanlar ayrılır Şevki. Tanışır, dost olur, sever, nefret eder ve sonunda gene ayrılır. Önemli olan şey iyi hislerle ayrılmaktır. Sizlerden aldığım her mektup bana vazifesini yapmış insanların rahatlığını duyuruyor. Demek ki diyorum; Şevki’nin saygılı sessizliği, Muhsin’in sabırsız ataklığı gösteriş için değilmiş. Not almak için dost olmamışız. İçimde hepinizin işgal ettiği sıcak yer kadar sizlerin de yüreğinde yaşamak ne güzel bilsen. Hele okumak, yazmak, memleketine kafası ve kalemi ile faydalı olmak isteklerinizi okudukça dünyalar benim oluyor. Bir …. (okunamadı) .yığın halinde yuvarlanıp giden insanlarımızın arasında sizler, sağlam ebedi zevkleriniz, temiz ideallerinizle yarınımıza açılan ümit pencereleri gibisiniz. Sizlerin hayallerinde, daha ilerinin, daha güzelin bana göz kırptığını görür gibi oluyorum. ...

Evet, Tokat Gazi Osman Paşa Lisesi Edebiyat 4 B sınıfı 279 numaralı Kültür Ve Edebiyat Kolu Başkanı olan öğrencisi Ali Şevki EREK Hocası İlhan BAŞGÖZ’ün dediği gibi memleketine kafası ve kalemi ile faydalı bir insan oldu. Liseden sonra 1959 yılında İstanbul Hukuk Fakültesi’ni bitirip avukat olarak meslek hayatına atıldı. Başka yere gitmedi, memleketini tercih etti ve gün geldi şehrine ve ülkesine hizmet edebilmek için siyasete göz kırptı.

Avukatlıktan Siyasete

1966 yılında Adalet Partisi’ne kaydoldu. İl yönetiminde il başkan vekilliği dâhil değişik görevlerde bulundu. 14 Ekim 1973 Genel seçimlerinde mensubu olduğu partiden Tokat Milletvekilliğine seçildi. 31.03.1975-21.06.1977  (39. Hükümet) tarihleri arasında Gençlik ve Spor Bakanlığı yaptı. 5 Haziran 1977’de yapılan Genel Seçimde Adalet Partisi’nden Tokat milletvekili seçildi. 41. Hükümette 21.07.1977-1.11 1977 tarihleri arasında Devlet Bakanlığı yaptı. 1.11.1977- 5.01.1978 tarihleri arasında ikinci kez Gençlik ve Spor Bakanlığı görevine geldi.

12 Eylül 1980’deki askeri ihtilal sonrası o da siyasi yasaklılar listesine alındı. Bir süre serbest avukatlık yaptı. Bu süreçte yargılanan Eski Başbakan ve Adalet Partisi genel Başkanı Süleyman DEMİREL’in avukatlığını üstlendi. Yapılan referandumla yasakların kalkması ve demokrasiye geçiş sonrası 6 Kasım 1983’de yapılan 17. Dönem Milletvekili Genel Seçimlerine MGK’nin vetoları sebebiyle D.Y.P katılamadı. EREK, 29 Kasım 1987’de yapılan 18.Dönem Milletvekili Genel Seçimlerinde D.Y.P. ‘den birinci sıra adayı oldu ancak o günkü seçim sisteminin azizliğine uğradı ve seçilemedi. 

20 Ekim 1991’de yapılan 19. Dönem Milletvekili Genel seçimlerinde DYP ‘den Tokat Milletvekili seçildi. Kurulan 50. Hükümette (1. Çiller Hükümeti) 28.11.1993-30.05.1995 tarihleri arasında Gümrüklerden Sorumlu Devlet Bakanlığı yaptı. 14 Aralık 1994 de gümrüklerle beraber özelleştirmeden de sorumlu oldu. Aynı Hükümette  (50. Hükümet) 29.05.1995-05.10.1995 tarihleri arasında Ulaştırma Bakanlığı’nda bulundu.51. Hükümette  (2. Çiller Hükümeti) 5.10.1995-30.10.1995 tarihleri arasında, 52. Hükümette (3. Çiller Hükümeti) 30.10.1995-31.10.1995 tarihleri arasında Ulaştırma Bakanlığı yaptı.

O günkü Anayasa hükümleri gereğince genel seçimler sebebiyle Adalet ve İçişleri Bakanlarıyla birlikte hükümetten ayrıldı. 24 Aralık 1995’te yapılan 20.dönem Milletvekili Genel Seçimlerinde Tokat Milletvekili seçildi. 18 Nisan 1999’da yapılan 21.Dönem Genel Seçimlerinde DYP’den Tokat Milletvekili seçildi.

Erek, bütün bu dönemlerde genel başkanlığını Süleyman DEMİREL’in yaptığı Adalet Partisi’nde 2 yıl Genel Merkez Hukuk Bürosu Başkanlığı ve DYP de 3 yıl Kadın Ve Gençlikten Sorumlu Genel Başkan Yardımcılığı; Prof. Dr. Tansu ÇİLLER’in DYP Genel Başkanlığı döneminde Genel Başkan Yardımcılığı ve iki kez Genel Sekreterlik görevinde bulundu. 12 yıl Genel İdare Kurulu üyeliğinde (GİK) bulundu.

Ve günü geldiğinde aktif siyaseti bıraktı ama o çok sevdiği memleketini bırakmadı…

Tokat'ın Yeniden İmarı

Ali Şevki EREK Ağabeyimizin, milletvekilliği ve bakanlığı döneminde gitmediği, hizmet götürmediği, halkını kucaklamadığı, ulaşamadığı köy, mezra kalmadı.

O, bazı devlet adamları gibi eminiz ki; Sivas Valilerinden Halil Rıfat Paşa’nın ”Gidemediğin yer senin değildir” sözünü düstur edindi. Bakanımızın memlekete ve Tokat’a yapmış olduğu hizmetlerden uzunca bahsetmeyeceğim ama kısa bir geçiş yapacağım. Çünkü hizmetleri o kadar fazla ki bu makaleye birkaç sahifeye sığdırmamız mümkün değil. Ancak, O’nunla ilgili bir eser mutlaka hayata konulmalıdır.

Ali Şevki EREK’in bakanlık görevleri sırasında, ülkeye;  bütçeye konulan yatırım programları ile yüzlerce spor salonuna, kapalı yüzme havuzlarına ve Gençlik ve Spor Akademilerine;  Avrupa Birliği Uyum Mevzuatına, Otomasyona, Giriş Çıkış Kapıları düzenine, İhracatın kolaylaştırılması ve İhtisas Gümrüklerinin açılmasına;  her ile hava alanı projesine, Akdeniz Havzasında Yat Limanı Payına;  Gerçekçi Özelleştirme Uygulamalarına, özellikle kapanma aşamasındaki Karabük Demir Çelik’in, yörenin işçisine, emeklisine, esnafına, tüccarına 1 TL ‘sına ( Bir Türk Lirası) devrine yönelik hizmet ve katkılarının şahidiyiz. (Biliyoruz ki, şu anda Karabük Kardemir ismiyle Türkiye’nin en büyük kuruluşları içinde 27.sıradadır)

Evet, Türkiye’ye yapılan bu büyük hizmetlerin ve yatırımların sahibi Sayın Bakanım, umarım ki kendi anılarını yazar da fazlasıyla öğreniriz.

Tokat’ta nereye bakarsanız Bakanımızın izlerini çok rahatlıkla görebilirsiniz. Zaten Tokat halkının zihinlerinden silinmeyecek iki bakan vardır: Sayın Ali Şevki EREK ve Sayın Metin GÜRDERE.

Tokat’ın yetiştirdiği, çalışkan, hizmet eri, dürüst, hizmette ve insanlar arasında ayrım yapmamış ve adları en ufak bir şaibeye karışmamış iki ayrı değer.

Devlet de, halk da bu değerli isme vefasını ismini yaşatarak göstermeyi yeğlemiştir. Şehirdeki bazı tesislerde Ali Şevki Erek adı hemen göze çarpar. GOP Üniversitesi Ali Şevki Erek Yerleşkesi, ,Tokat Ali Şevki Erek Yüzme Havuzu, Turhal (Dökmetepe) Ali Şevki Erek Çok Programlı Anadolu Lisesi, Başçiftlik Ali Şevki Erek Parkı, Almus Ali Şevki Erek Caddesi, Çamlıbel Ali Şevki Erek Caddesi, Zile Yıldıztepe Ali Şevki Erek Caddesi, Almus Erek Mahallesi bunlardan bazılarıdır.

Ortadoğu’nun en büyük tesisi Tokat Sigara Fabrikası, Yaprak-Tütün İşletme Merkezleri, Gazi Osman Paşa Üniversitesi, Fakülteler  (Özellikle Tıp fakültesi ), Meslek Yüksek Okulları, (Özellikle Spor Yüksek Okulu) ,Tokat Havaalanı, Kapalı Spor Salonları, Yüzme havuzları, Yollar, Köprüler, Asfaltlar;

Tokat 26 Haziran Atatürk Kültür Sarayı, Tokat Gümrük Müdürlüğü, yollar, okullar, hastaneler, kan merkezi, sağlık ocakları, askeri tesisler, (Özellikle Muhittin Fisunoğlu Paşa’nın verdiği bilgiler üzerine Piyade Eğitim Taburu, sonra Piyade Alayı oldu) barajlar, göletler ve sulama şebekeleri ve daha nice yatırımlar,  sayısız istihdam imkânları…

Sayın Bakan beş dönem Tokat Milletvekilliği, beş yıl çeşitli bakanlık görevlerinde bulundu. Görev süreleri içinde kapısını kimseye kapatmadı. 17 yıl Ankara’da kirada oturdu, sonra lojman tahsis edildi. Nihayetinde bir ev alıp eşinin sağlık nedenleriyle Ankara’ya yerleşti. Ancak Tokat’la kurulan bağını hiç koparmayarak sık sık memleketine gidip geldi. Tokat’a her gelişinde imkânları ölçüsünde resmi kurumları, sivil toplum teşekküllerini, esnaf kuruluşlarını ziyaret etti, görüşlerini paylaştı. Halkıyla buluşup dertleşti.

Düşünün ki, bir zamanlar şehrin en zengin esnaflarından birinin evladı o yıllarda İstanbul Hukuk Fakültesini bitirmiş, avukat olmuş, sonra memleketi için siyasete gönül vermiş, milletvekili seçilmiş, bakanlık yapmış, devletin üst kademeleri ile çalışmış, düşünen olur ki bu durumda zenginliğine zenginlik katanlar olur. Ama O, yetiştiği ailesi ile daima kalbinde Allah korkusu, memleket sevgisi var olan bir insandır. Onun için atadan kalanları da milletine hizmet yolunda harcamaktan çekinmez. En güzeli de geride tertemiz bir geçmiş ve onurlu bir isim bırakır.

İşte bu isim şimdi eşiyle birlikte Ankara’da mütevazı bir hayat sürdürüyor.
....
Evet, kısaca da olsa saygıdeğer Bakanımızın hizmetleri ve ailesi hakkında bildiklerimizi, düşüncelerimizi siz değerli okuyucularımızla paylaşmaya gayret ettik. Biz, halkının belleklerine yerleşmiş, icraatları ve mümtaz şahsiyeti ile unutulmayacak bir isim olan Sayın Bakanımıza Yüce Mevlâ’dan sıhhat dolu yıllar temenni ediyoruz.

   Hasan AKAR Yazar
 
 Tokattan.net
  hasanakar58@hotmail.com


Bu yazı Hasan AKAR'ın Tokat Hürsöz Gazetesi'ndeki Düşünce Durağı köşesinden alınmıştır.    


Yazarın Diğer Yazıları

Hasan AKAR | Bakkal Mahmud'un Kızı

Hiç yorum yok
Urfa /Siverek Hacı Pınarın Düzü’nden Erzurum Tortum Şelalesine uzanan bir aşkın öyküsü ve türküsü: "Bakkal Mahmud'un Kızı"
"Bir sigara iç oğlan / Gel kapıdan geç oğlan  Seni bana vermezler /Bu sevdadan geç oğlan
Hacı pınar’ın düzü /Mevlâm ayırdı bizi / Bakkal Mahmud’un kızı/ Yaktı yandırdı bizi "

Bu türkü Siverek’te yaşanmış bir aşkın sonunda dökülmüş "acumuklu bir destan" gibi dudaklardan. Sonra bu işin ustaları tarafından derlenmiş, musiki katılmış kulaklarımıza hoş gelsin diye. Sevdalar, pınarlardan öyle bir akmış ki… Yakmış yandırmış söyleyenlerini de…

Diyor ya, Bedri Rahmi Eyüboğlu:
“Ah bu türküler,
Ana sütü gibi candan,
Ana sütü gibi temiz.
Türkülerde tüter dağ dağ, yayla yayla,
Köyümüz, köylümüz, memleketimiz.”

Rahmetli Müslüm Gürses’in, Abdullah Yüce’nin zirveye çıkışlarında dillerinden düşmedi bu türkü. Huri Sapan’ın plaklarından farklı çıktı sanki bu ezgi. Urfa’dan derlenen bu türküyü bizler de çok dinledik. En son "Müslüm" filminde seyriyle beraber derinliğine daldık bu kulaklarımıza hoş gelen ama öyküsünü sonradan öğrendiğimiz türkünün.

Öyle ya: Her aşığın bir ahı var…
Bundan üç yıl önce Tokat'lı şairlerimizden Süreyya Kaya, Elazığ-Diyarbakır Kültür Buluşmalarında tanıştığı Feray Sayan adında bir hanımefendiden bahsetti bana. Anneannesinin 1915 yılında tehcir sırasında acı şartların getirdiği olaylar döneminde Niksar’dan Urfa/ Siverek’e gelin olduğunu, annesinin de kendi annesinden dinlediği hatıralarla büyüdüğünü ve Niksar’ı çok merak ettiği halde bir türlü gidemeyişindeki hasreti dile getirdi.

Biz de Feray Hanım’la bir müddet sonra tanıştık ve gerekli mesajları aldık. Zamanla görüşmelerimiz arttı ve o yılların kayıtlara girmeyen bazı acı hatıralarını dinledim ondan. Sonrası bizi Urfa/Siverek’te annesinin yaşanmış bir öyküsüne ve yakılan "Bakkal Mahmud’un Kızı" türküsüne getirdi.

Biz önce Feray Sayan Hanım’dan kısaca bahsedelim:

Münire'nin Kızı Feray Sayan
1959 Siverek doğumlu. Daha yirmi günlükken İstanbul’a taşınmışlar. Babası kullandığı kamyonunu satarak İstanbul’da taksi hattı satın alıp çalışmaya başlamış ama günün birinde astım hastalığına yakalanmış. Tedavi için gittiği doktor ona oksijeni bol kendi memleketini önerince ailecek 1965 yılında Siverek’e geri dönmüşler. İki yıllık istirahatten sonra iyileşmiş ama maddi yönden sıkıntıya girince Ceylanpınar Devlet Üretme Çiftliği’nde işe başlamış.

Kendisi, babasının görevi nedeniyle taşındıkları Urfa Ceylanpınar’da Ceylan İlkokulu’nu, Ceylanpınar Ortaokulu’nu daha sonra taşındıkları Diyarbakır’da Ticaret Meslek Lisesi’ni bitirmiş. 1982 yılında yaşıtı Celal ile evlenmiş dört kız evladının annesi olmuş. Halen eşi ve kızları ile birlikte Diyarbakır’da yaşıyor ve bazı sivil toplum kuruluşlarında insanlara faydalı olmaya gayret ediyor.

AFASDER (Anadolu Sanat Eğitim ve Spor Derneği, Diyarbakır Kültür, Turizm ve Musiki Derneği üyeliği ve Yeniden Yaşam Kanserle Mücadele Derneği Yönetim Kurulu Üyeliği yapıyor. Ayrıca bir siyasi partinin de çalışmalarına aktif bir şekilde katılıyor.

Feray Hanım’dan kısaca da olsa bahsettikten sonra Niksar ve Siverek arasında uzun bir tarihi
yolculuğa başlayalım.

Milletlerin kaderinde olduğu gibi o ülkelerde yaşayan insanların da tarihin seyri içinde değişik kaderleri vardır. İşte bu elinizde olmayan kaderin sizi ne zaman nereye sürükleyeceğini bilemezsiniz. Tehcir adını verdiğimiz fırtınalı yılların ve göçün hazin hikâyesi içinde bulursunuz dillere destan olan Bakkal Mahmud’u ve eşi Naciye’yi.

Mahmut, Urfa’nın Siverek kazasından yakışıklı, uzun boylu yağız bir zabittir. Askerliği Niksar’a çıkmıştır. Şimdiki gibi değil tabii o vakit askerlik… Bir cepheden bir cepheye… Niksar Kalesindeki Askerlik Şubesinde görevlidir. Osmanlı Devleti’nin buhranlı yıllarına denk gelir onun askerliği. Önce Balkan Savaşları, peşinden Birinci Dünya Savaşı... Bir yanda Çanakkale, bir yanda Ruslarla bitmeyen savaşlarımız ve binlerce Mehmetçiğin donarak şehit olduğu, esir düştüğü Sarıkamış felaketi. Bu zor şartlarda isyanlar sonucunda devletin güvenliği ve geleceği için vatanından, Anadolu’dan göç ettirilen insanların sefaleti. Yani Tehcir...

Diğer yanda da bu fırtınanın içinde Nadya (Naciye) ve eşi komşularının : “Gitmeyin biz sahip çıkarız” sözlerine rağmen kucaklarındaki iki yaşındaki yavrularıyla çaresizlik içinde kalabalığa karışarak terk ederler güzelim yeşil Niksar’ı… Yollar kimini menziline götürür kimini yarısında bırakır.

Nadya (Naciye) bu hazin göç sırasında sevgili eşini kaybeder ve çaresizlik içinde yola devam eder. İşte Mahmut’la tanışması da bu sırada gerçekleşir. Kafileyi korumakla görevli askerler içinde olan Mahmut yüzlerine güzelliğini gizlemek için kömür karası sürmüş ancak ellerini unutmuş kucağında küçük çocuğuna sarılan bu kadına acır ve ilgi duyar. Atından iner ve matarasındaki su ile yüzünü yıkattığı Nadya (Naciye)’nın güzelliği karşısında önce şaşırır ne diyeceğini ne edeceğini bilemez, biraz bekleyip süzerek sorguladıktan sonra:
-Gel seni bizim memlekete götüreyim. Der.

Çaresizdir zaten memleketinden ayrılışın ve sevdiği eşinin kaybı ile yaşadığı acı içinde yapılan bu beklenmedik teklifi kabul eder Nadya (Naciye), atının terkisine bindiği yakışıklı zabitle uzun bir yolculuktan sonra kendisini Siverek’te bulur.

Siverek’te Müslümanlığı kabul ederek Naciye adını alır ve evlenirler. Yıllar geçer birbirlerini severler ve iki erkek Recep ve Mustafa ile iki kız Münire ve Nadime gelir, Niksar’dan kucakta gelen ve Sabri adını verdikleri evlatlarına kardeş olarak.

Niksar’da iken maddi durumları iyi olan Naciye’nin ailesinin kumaş mağazaları vardır, kendisi de iyi bir terzi olarak yetişmiştir. Gelirken biriktirdikleri altınları elbisesine özenle dikerek Siverek’e gelinceye kadar saklamasını bilmiştir. Altınları bozdurup o zaman göre Siverek’te pek bulunmayan büyük bir bakkal dükkânı açarlar.

Naciye’de terzilik yaparak aileye yardımcı olur hem de o şehrin sosyal yaşantısına ayak uydurmaya gayret eder. Mahallesindeki bir komşusundan Kur’an-ı Kerim okumayı öğrenir, namazını da ölünceye kadar bırakmaz. Elbette bu kolay olmaz her yerleşim bölgesinde olduğu gibi o da yerli-yabancı çekişmesinden dolayı bazen sıkıntılar yaşarsa da zamanla kendisini sevdirmeyi başarır.

Bu arada Niksar’dan haberler gelmiş : "Gel geri dön Niksar’a" diye ama o mutlu bir yuva kurduğu Siverek’te kalmayı tercih etmiş. Bundan sonra zamanla mektuplaşmalar da kesilmiş irtibat tamamen kopmuş.

Niksar’dan getirdiği oğlu Sabri diğer kardeşleriyle beraber büyümüş ama 13-14 yaşına gelince biraz da çevresinin verdiği rahatsızlık sonucu: "Anne ben Suriye’ye gideceğim" deyip tutturmuş. Annesinin itirazına rağmen helallik alıp Halep’e giderek orada bir marangozun yanında çırak olarak çalışmaya başlamış. Ustası onu iyice yetiştirmiş ve çocuğu da olmadığı için evlat edinmiş. Zamanla iyi bir usta olan Sabri buradaki ailesinin desteğiyle 25 yaşına gelince Amerika’ya giderek iş hayatına orada devam etmiş ve evlenerek mutlu bir yuva kurmuş. Türkiye’ye bir daha da dönmemiş ancak
uzun yıllar ailesiyle mektuplaşmayı sürdürmüştür.

Eşi Mahmut’un vefatından sonra içine kapanan Naciye’nin Niksar Kalesi eteklerindeki Maduru Mahallesi’nde başlayan hayatı Siverek’te daha genç sayılabilecek bir dönemde, 63 yaşında sona ermiştir.

GELİNCE "BAKKAL MAHMUD’UN TÜRKÜSÜ’NE"
Bunu da, Bakkal Mahmut’un torunu Feray Hanım’dan dinleyelim:
Bakkal Mahmud'un kızı Münire 
ve torunu Feray
"Dedemin Siverek Hacıpınar düzündeki çeşmenin çok yakınında zamanın bütün ihtiyaçlarına cevap veren bugünkü marketlere benzer büyük bir dükkânı varmış. Eşi Naciye’nin Niksar’dan getirdikleri altınlarla açmışlar burayı.(Hacıpınar Düzü denilen yere 1933 yılında Taş ustası İbrahim Yane tarafından Selçuklu mimarisine uygun bir çeşme yapılmıştır.)

Süvari Alayı olarak bilinen askeriye o dönem bütün ihtiyaçlara cevap verdiği için dedemin dükkânından mal alıyormuş. Dillere destan bir güzellikte 1927 doğumlu olan annem Münire de dedemin olmadığı zaman dükkânı bekliyor ona yardımcı olmaya çalışıyormuş. Askeriyeye erzak alışları sırasında görevlendirilen Erzurum’un Tortum kazasının bir köyünden Hakkı adında bir jandarma eri bu alışveriş sırasında zamanla anneme âşık oluyor.

O yıllarda 14 yaşlarında olan annem de Palandöken Dağlarının bu yağız Dadaşının aşkına gel zaman git zaman kayıtsız kalamayıp karşılık veriyor. Birbirlerini delicesine seviyorlar. O yıllarda askerlik süresi bugünkü gibi değil elbette, otuz aymış. Annemi Siverek’te edindiği tanıdıkları vasıtasıyla istetiyor ama dedem: “Erzurum bize çok uzak, hasretine nasıl dayanırız?” diye vermiyor.

Sonra araya Siverek Bucak Aşiretinin ileri gelenlerini koyup iki aşkı kavuşturuyorlar. Dolayısıyla annem henüz 14-15 yaşında iken evleniyor. 1.5 yıl kadar askerlik bitinceye değin evli kalıyorlar. Siverek’te bu mutlu evlilikten 1943 yılında annem daha 16 yaşında iken Güngör adını verdikleri nur topu gibi bir de kızları oluyor. (Şu an İstanbul da yaşıyor.)

Askerlik bitince artık memleketin yolu gözüküyor. Vedalaşıp birkaç parça eşya ile trenle Erzurum’a oradan kamyonla Tortum’a gidiyorlar. Meğer Hakkı askere gelmeden önce Tortum’da amcasının kızı ile evliymiş ama bu durum nüfus kaydında görünmüyormuş. Üstelik bir de kızı varmış. Kapıda annemi kucağında kızı ile kuması karşılıyor ama elden gelen bir şey yoktur. Yığılır bir an ne edeceğini ne diyeceğini bilemez, peşinden koşarak geldiği aşkının yüreğinde iki kadının yer almasını hazmedemez. Sanki Tortum şelalesinin suları kurur gözlerinde bir an. Gökyüzüne bakar, ellerini açar bir şeyler mırıldanır, yanaklarından sızan yaşlar içinde ne dediği bilinmez.

Haliyle annem orada kaldığı iki yıl içerisinde çok eziyet yaşıyor. Neredeyse hemen her gün ev, merek, tarla arasında mekik dokuyor ve işlerinin pek çoğunu anneme gördürüyorlar. Köyde 1945 yılında Enver adını verdikleri bir oğulları oluyor. Artık severek peşinden geldiği Hakkı’nın evinde kendisine reva görülenlere dayanamaz hale geliyor. Acıları büyüyor büyüyor sonra bir yanardağın patlayıp sönmesi gibi aşkı da lavlarla eriyip kayboluyor kısa zaman içinde.Düşünür taşınır gitmekten gayri yol bulamaz derdine.

Aklına memleketine haber göndermek gelir ama nasıl? Annem Siverek’te ilkokuldan mezun olmuş. Kayınbiraderine bir mektup verip Tortum’dan göndermesini istiyor. Kayınbiraderi annemi çok sever, sözünü tutarmış. Alıp ağabeysinden habersiz mektubu Siverek’e postalıyor.

Mektup Siverek’e gelince aile toplanıp Mustafa dayımı Erzurum’a gönderiyorlar. Trenle Erzurum’a giden dayım annemin köyüne ulaşıyor. Bakıyor ki kardeşi perişan bir vaziyette ve oldukça zayıflamış. Kucağındaki çocuğunu emziriyor. Eniştesi Hakkı’ya :
"Sen neden yalan söyledin, bekârım diye bizi kandırdın. Sevmek böyle midir?" Diye çıkışıyor.

Mustafa dayım, yirmi yaşındaki annemi ve iki yeğenini alıp Siverek'e dönmüş. Bir kaç yıl sonra Hakkı’nın kardeşi Siverek’e gelmiş:”Seni Tortum’a götüreyim” Diye ama annem de ailesi de razı olmamış. O vakit kardeşi :"Geliyorsan gel yoksa çocukları götüreyim "Demiş. Kız annede kalmış, erkek olanı Enver’i almış Tortum'a dönmüş. Bu olaydan sonra haliyle boşanma da gerçekleşmiş.(Hakkı’nın da daha sonra ailesiyle birlikte Erzincan’a oradan da İstanbul’a göç ettiğini hatta iki kardeş Enver ile Güngör’ün (Yılmaz) orada görüştüklerini öğreniyoruz.)

Münire ve Hakkı’nın bu derin ama sonu bahtsız aşkı unutulmaz. Gazinolarda Abdullah Yüce’nin, Müslüm Gürses’in Huri Sapan’ın ve nice sanatçının mikrofonlarında şenlenir. Plaklara alınır,
kasetlere kaydedilir, beyaz perdede şekillenip tüm dünyaya yayılır.

Bunu sağlayan da onların aşkına bir vefa borcu misali kayıtsız kalmayan komşuları Bandocu
Mehmet Efendi’dir. Onların bu aşkına şahit olan müzikle de uğraşan komşusu Bandocu Mehmet Öcal yıllar sonra bu türküyü yakıyor. Türkü ilk kez gün yüzüne çıkınca çevre tarafından biraz ayıplanmış, neden bu türküyü ona yaktı diye eleştirilmiş.

Bu dramın ardından birkaç yıl geçiyor annemi Diyarbakır’dan, asılları Siverekli Mehmet adında
bir delikanlının ailesi istiyor. Dedem ve anneannem de razı olunca annemi Siverek’ten Diyarbakır’a gelin getirmişler. Bu evlilikten ağabeyim Cihat (1955 ) ve 1959’da ben doğmuşum. Babam maddi sıkıntı çekmeye başlayınca beş altı yıl kadar Urfa Ceylanpınar Devlet Üretme Çiftliğinde çalıştı, sonra yine beraber Diyarbakır’a döndük. 

Bu türkülere konu olan güzeller güzeli annemi 1983 yılında kaybettik. Babam Mehmet de 1922 doğumlu idi, o da iki yıl sonra 1985 yılında aramızdan ayrıldı. Ruhları şâd olsun diyebiliyorum ancak her gün dualarımda yaşatmaya çalışıyorum bir evladı olarak.”

Evet, bugün bu aşkın şahitleri Siverek’teki Hacıpınar Çeşmesi de, Tortum Şelalesi de sessizce akmak ve akmamak arasında zamana direniyor. Faruk Nafiz’in ‘Çoban Çeşmesi’ şiirinde dediği gibi:

“Ne şair yaş döker, ne âşık ağlar,
Tarihe karıştı eski sevdalar.
Beyhude seslenir, beyhude çağlar,
Bir sola, bir sağa çoban çeşmesi.”

O derin Leyla ile Mecnun misali aşklar bitiyor, yaşanmıyor bugün artık. Kuruyorlar bir bir…Yatağını bile ıslatmıyor, ırmaklara ulaşamadan kayboluyor sular… Bakkal Mahmud’un dünyalar güzeli kızı Münire ve Erzurum’un dadaşı Hakkı’nın aşkı gibi…

 Hasan AKAR Eğitimci, Yazar
    Tokattan.net       HasanAkar58@hotmail.com

Yazarın Diğer Yazıları

Hasan AKAR | Küçük Çukurova "Niksar"

Hiç yorum yok
Niksar, jeopolitik durumu ve derin tarihinden kaynaklanan yakın dönemlere kadar Anadolu’nun önemli bir ticaret ve tarım şehriydi. Kelkit Irmağı’nın suladığı verimli bir ova,Karadeniz iklimini yaşayan dolayısıyla hemen her türlü ürünün yetiştirildiği, yeşil bitki örtüsünün hâkim olduğu bereket fışkıran topraklar. Niksar’ın ekonomideki önemini anlamak için düne giderek Anadolu’daki bazı şehirlerin İlhanlılar döneminde ödedikleri vergileri aradan geçen uzun bir dönemden sonra da olsa kıyaslamak yerinde olacaktır.

    “ Ekilmiyor ki artık, edilsin tütün sözleri ”

İlhanlı Hükümdarlarından Ebu Said Bahadır Han (1305-1335) zamanında devlet hizmetine alınmış olan İranlı Tarihçi, coğrafyacı Hamdullah Kazvini (1281-1340), bölgede bir müddet egemenlik sürdüren İlhanlıların 1336 yılı bütçesinde Anadolu şehirlerine ait vergi miktarlarını verirken Sivas ve Konya toplam 1.384.886, Erzincan 332000, Erzurum 222000, Niksar 187000, Kayseri 14000 dinar olarak gösterir. Buradan da anlaşılacağı üzere Niksar Anadolu’nun büyük ve zengin şehirlerinden biri olma özelliğini asırlarca devam ettirmiştir.

Biz bu yazımızda Niksar tarımında önemli bir yere sahip olan su değirmenlerinden ve ikliminin özelliğine uygun olarak yetiştirilen ancak bugün varlıklarından söz edemeyeceğimiz bazı ürünlerden bahsedeceğiz.

Dünyanın ilk Coğrafyacısı olarak kabul edilen- ilk çağın ünlü- coğrafyacısı Amasyalı Strabon, Geographica adlı eserinde Pontus Kralı Mithridates’in Kaberia’daki sarayının bulunduğu yerde bir su değirmenin varlığından bahseder. Strabon, Roma ve Yunanlılardan önce tarihte bilinen ilk su değirmeninin MÖ.1.yüzyılın sonlarında Anadolu’nun kuzey kesimindeki Karadeniz Bölgesi Kaberia’da (Niksar-Tokat yakınları), Lycus (Kelkit) nehri üzerinde Mithridates (Pontus) Krallığınca yapıldığını belgeleriyle ortaya koyar. Daha sonra bilim adamlarınca yapılan çalışmalarda da ilk dikey milli su değirmeninin Niksar’da yapıldığı Özellikle bu bilgiler ve daha sonra Başbakanlık Devlet Arşivleri Genel Müdürlüğü’ndeki mevcut belgelerin ve yayınların ışığında ve Tapu ve Kadastro Genel Müdürlüğü’ndeki Tapu Tahrir Defterlerinde, Trabzon ve Sivas Salnamelerindeki kayıtların değerlendirilmesi neticesinde de Niksar’da çok sayıda su değirmenin varlığı ortaya çıkmıştır.

Biraz da bugüne dönersek;Uluslararası Dünya Su Günü (WWTAC 2012 Toplantısı) kapsamında Niksar’da “Anadolu’da Bir Su Kenti” gezisi yapıldı. Yabancı ülkelerin bilim adamları Çanakçı Çayı üzerinde bulunan değirmenleri incelediler. Bu çalışmalar sırasında İstanbul Teknik Üniversitesi Bilim Tarihi Öğretim Üyesi Prof. Dr. Atilla Bir:  "İlk su çarkının Niksar’da yapıldığı belgeli artık" demiştir.

22 Mart 2002 tarihinde “Niksar Tarihi, Su Kültürü ve Teknolojileri Çalıştayı” bu konuda Niksar’da yapılan önemli çalışmalardan birisidir. 17.yüzyılda Niksar’ı ziyaret eden Evliya Çelebi de Ayvas suyundan geniş bir şekilde bahsettikten sonra "Çeşmeler, sebiller çoktur. Şehrin suyu sokaklardan geçip debbağ haneye dökülür. Orada debbağların mazı döktükleri değirmenleri döndürür. Şehirde 70’den fazla su değirmeni vardır. ...ovalarında çeltiği çok olsa da gayet güzel pirinci olur." Sözleriyle şehirdeki su değirmenlerine ve yetiştirilen ürünlere dikkat çekmektedir.

Evliya Çelebi Niksar’la ilgili olarak bunları söylerken 1869 Tarihi Trabzon Salnamesi’ne göre 4 selhane, 14 kahvehane, 14 debbağhane (deri işleme atölyesi), 1 boyahane, 12 değirmen bulunmaktadır. 1890 tarihli Sivas Salnamesi kayıtlarında ise 280 dükkan, 2 han, 8 değirmen, 5 pirinç dinkhanesi, 5 çam kabuğu dinkhanesi (kabuk kırma atölyesi) bilgileri yer almaktadır. Bütün bu bilgiler Niksar’da tarımın ve bu ürünlerin değerlendirilmesinin ne denli ileride olduğunu göstermektedir.

Niksar’da, zamanla Karadeniz ikliminden dolayı özellikle Kelkit vadisinde yer alan Kümbetli Köyünde, Kelkit Sağ sulama yakalarında zeytin, nar, incir, kestane kendiliğinden yetişmiştir. 1961 yılında Kaymakam Emir Hüseyin Köseoğlu döneminde de protokolun ve halkın katıldığı görkemli bir törenle Niksar kalesinin Melik Gazi Mezarlığı’na ulaşan alanlarına ve Karşıbağ’a bakan taraflarına da çok sayıda zeytin ağacı dikilmiştir. Elbette tarihi bir mekâna orada mevcut dokuyu bozması bakımından bu çalışma tarihçilerce ve bize göre uygun olmamıştır. Dikilen ağaçların zamanla kesilerek yok edilmesine rağmen yine de bu bölüm kaleye bir yeşil örtü güzelliği kazandırmaktadır. Yıllarca ekonomik değerini kaybeden ve kesilen zeytinliklerden günümüze bu bölgede çok azı kalabilmiştir. 1961 yılında kaleye dikilen zeytin ağaçlarından beş yıl sonra Tarım Bakanlığı resmi makamlarca yapılan müracaatlar neticesinde 1966 yılında konuyu ele almış zeytinliklerin ihyası için bir proje hazırlatmıştır.

Dönemin Niksar Kaymakamı M. Şevket Uğurlu ve Belediye Başkanı Turan Günseren’in (1914-1989) konuyu takip etmeleri neticesinde 1966-1967 yıllarında Edremit Zeytin İstasyonu’ndan tahsis edilen aşılı zeytin fidanları bölgeye dikilmiştir. 1996 yılında M. Necati Güneş ve Müjdat Özbay’la birlikte Niksar Kent Arşivi’ne bilgi toplamak amacıyla yapmış olduğumuz saha çalışmaları içerisinde Niksar Harkümbeti, İpsimara (Günlüce) Buz Köyü, Talazan Köprüsü civarındaki araştırmalarımızda Kelkit Irmağına yakın bölgelerde zeytin ağaçları ve metruk hâlde bulunan zeytinyağı imalathanelerini tespit ettiğimizi de burada belirtelim.

Niksar’la ilgili bazı vakfiyelerde de zeytinyağı ve pirinç adının geçmesi eski dönemlerde bu üretimin yapıldığının birer bariz göstergeleridir. Tapu ve Kadastro Genel Müdürlüğü’nce yayınlanan Defter-i Mufassal-ı Liva-i Sivas’ta, Salnamelerde bulunan Dinkhanelerin varlığı, yakın dönemlere kadar faaliyette olmaları şehirdeki bu alandaki en değerli kayıtlardır. Niksar’daki çeltik ve pirinç (erz-i safi) ekiminin Nitekim pamuk, koza üretimi ve sanat olarak dokumacılığın Cumhuriyet'in ilk yıllarına kadar devam etmesi, boyahanenin bulunması da şehirdeki bu ürünlerin değerlendirilmesi bakımından en güzel örnekleridir. Hâlen Niksar şehir merkezinde bir semtin adı Zeytindibi olarak geçmekte ve orada korunan bir zeytin ağacı bulunmaktadır.

İstanbul eski milletvekillerinden, Niksar için değerli çalışmaları bulunan Ali Nejat Ölçen (1922-), İstanbul’da Yüksek Mühendis Okulu’nun 4.sınıfında iken 1944 yılında bir ziraat mühendisi ile tanışır. Mühendis: Burası küçük bir Çukurova, Toprağı ve iklimi pamuk ziraatı için çok müsait, Der. Bu öneri üzerine Ali Nejat Ölçen’in de girişimleriyle Niksar yeniden pamuk ekilen ilçelerden biri olur. Şimdi bu tarım ürününün adı bile geçmemektedir.

Evet, Niksar dün, pamuğuyla, pirinciyle, tütünüyle, keneviriyle, haşhaşıyla bugün ceviziyle, şeker pancarıyla ve Allah’ın bahşettiği güzel tabiatında yetişen her türlü ürünüyle hâlâ Anadolu’nun en güzel şehirlerinden biri olma özelliğini taşımayı sürdürüyor.

Ne demiş Şair Ahmet Duran Ayyıldız:
Dağın yeşil, bağın yeşil/Bu ne bereket ,
Yeşile mi kıyılmış nikâhın/Gözünü sevdiğim memleket!

 Hasan AKAR Eğitimci, Yazar

Hasan AKAR | Entarisi Aktandır "Niksar'ın Fidanları"

1 yorum
Türk müziğinde çok çalınıp söylenen parçalardan biri de “Niksar’ın Fidanları adıyla bilinen ancak asıl derlenmiş adı “Entarisi Aktandır" türküsüdür. İster Halk Müziğinde isterse Türk sanat Müziğinde söyleniş şekliyle olsun dinleyenlerin ruhunda ayrı bir heyecan, hareketlilik uyandırır bu ezgi.

Bu Türkünün derlenişi ile ilgili araştırmalarımız iki noktada birleşti. Yurttan Sesleri kurucusunun, büyük musiki adamı Muzaffer Sarısözen halk türkülerini derlemek için Halil Bedii Yönetken ve Teknisyen Rıza Yetişen’le çıktığı yedinci derleme gezisinde Anadolu’da yolunu 1943 yılının 28 Temmuzunda Niksar’a uğratır. Niksar şehir merkezinde Zurnacı Hüseyin Arsal‘la görüşerek, ondan “Palücoğün Şakir’in Türküsü, Madra Deresi, Burçak Tallası, Yayla Çiçeğimisin, Hurşid ve Entarisi Aktandır” türkülerini dinleyerek, ses kayıtlarını alır.


Hüseyin Arsal’ın kızı Nuriye Kılıç (70 yaşında)’la 16.04.2003 tarihinde meslektaşım Hasan Keskin’le birlikte yaptığımız mülakatta türkünün radyo ve televizyonlarda da Hüseyin Arsal’dan alınan” şeklinde söylendiğini belirtti. Babasının o dönemde Niksar kalesinde Ramazan topunu da atmakla görevli olduğu dolayısıyla kalede topun başında bu türküyü çok sık zurna ya da klarnetiyle çaldığın da ayrıca söyledi. Onun komşularından emekli öğretmen Kaya Dik’te Hüseyin Arsal’ın bu türküyü askerde de mırıldandığını komutanlarının da dikkatini çektiğini ondan nakil olarak bizlere aktardı.

Halk arasında Gırnatacı Hüseyin diye de bilinen tüm ailesi müziğin içerisinde, amca çocukları ve yeğen ondan aldıkları bu sevgiyi yaşatmaya çalışıyorlar. Niksar 1320 doğumlu olan Hüseyin Arsal (Kundakçıoğulları Sülalesine mensup) sadece çalıp söylememiş, çaldığı zurnayı ve sazı da kendi eliyle (dut ağacından) yapmasını bilmiştir. İyi bir keman ve cümbüş ustası olan ayrıca davula da her türlü oyunu tattıran bu büyük usta 1987 yılında aramızdan ayrılmış, belgelerde de Niksar’ın fidanlarının kaynak kişisi olarak kalmıştır.

Türkünün derlenişi ile karşımıza çıkan ikinci araştırma Cahit Külebi’nin 1980’li yıllarda Ankara Otel Balin’de düzenlenen Tokatlılar Gecesine ait. O zamanki Tokat Valisi Recep Yazıcıoğlu, Anayasa Mahkemesi Üyesi Yekta Güngör Özden, Niksar eşrafından A. Kadir Karslı ve oğlu eğitimci – yazar Hami Karslı beyin de olduğu bir sohbet ortamında Külebi bu türküyü Devlet Konservatuarın da iken kendisinin derlediğini söylemiştir. Külebi, 1945-1954 yılları arasında Konservatuar da görevlidir. İlk çıkışının dört mısra olduğunu belirttiği bu türkü için daha sağlıklı bir derleme o da yapmıştır diyebiliriz. Mülakat yaptığımız Hami Karslı, Külebi’nin ısrarla o gece aynı sözleri tekrar ettiğini belirtti.

2006 yılında babası Cahit Külebi ile ilgili bir panel için Zile’ye gelen Ali Külebi Bey’e bu konuyu açtığımda babasının bu türküden bahsetmediğini ancak evde zaman zaman mırıldandığını söyledi.

İstanbul’da ikâmet eden Niksarlı İş Adamı Yüksel Altuner ise görüşmemizde türküyü ünlü folklor ustası Tokatlı Necati Başara’dan birkaç kez dinlediğini ,Başara’nın türküyü kendisinin de
derlediğine dair cümleler sarf ettiğini söyledi.

Bizim için her ikisi de ayrı bir değerdir.Onların ortaya çıkardıkları Türk müziğine kazandırdıkları Niksar’ın fidanlarını söyleyenler elbette onları unutmayacaktır. Türkünün orijinali 1952 yılında Muzaffer Sarısözen tarafından Yurttan Sesler adlı eserde yayınlanmıştır. (Akın Matbaası –1952-Milli Kütüphane) Bu konuda yaptığımız diğer araştırmaları da aktaralım.

İstanbul’daki 11 Ocak 2009 akşamı düzenlenen Niksarlılar Gecesi’nde Nezük türküsünün hikâyesini anlattıktan sonra seslendiren Avukat Ulvi Şöhretoğlu ve İsmail Duyum’la Niksar türküleri üzerine konuştuk. Onlar da bugüne değin bu türkü üzerinde yapılan çalışmalarının bütünleştirilmesini istediler.

TGRT’den uzun yıllar oldu, Niksar Vakfı’na birkaç yapımcı ve sanatçı gelmişti. O dönemde türkülerimiz ve hikâyeleri konu edilerek kültürümüz açısından ülkemizde ilgiyle izlenen film çalışmaları yapıyorlardı. Gelenler: "Biz bu türkü ile ilgili bir çekim yapacağız ama elimizde bu Niksar türküsünün kaynağına dair notaları ve derleyicileri haricinde bir belge yok. Bir şeyler yazamaz mıyız?" Demişlerdi. İnsan, olmayan bir şeye nasıl hayali bir metin yazar da senaryolaştırmaya kalkışır, işte türkünün hikâyesi budur, diyebilir. Vakıfta bulunanlar: "Hocam bir şeyler hayalen de olsa katsak,Niksar Kalesinde iki aşığı buluşturup sonra da dramatik bir şekilde onların sonunu hikayeleştirsek nasıl olur?" Sorusu karşısında net bir kaynağın olmadığı bu iten şahsımı muaf tutmalarını söyledim. Bildiğim kadarıyla gelen TGRT Ekibi herhangi bir doküman toplayamadan ve çekim yapamadan gitmişti.

Bu güzel türkünün bunların ötesinde bir de Yunanistan’da aynı formatta söyleniş şekli var. 1989 yılında Balıkesir-Edremit Hizmetiçi Eğitim Kursu’nda bulunduğum sırada Yunanistan televizyonlarından birinde Niksar’ın Fidanları ‘nın müziğini dinleyince doğrusu önce hayret ettim. Bununla birlikte derin düşününce aynı kültürü paylaşmış insanların müziklerinde de ortak parçalarının olması gerektiği kanısına vardım.

Nitekim tezimizi yıllar sonra gelişen şu görüşme doğruladı. Tokat’a bir konferans için gelen Bilkent Üniversitesi Öğretim Üyelerinden Doç. Dr. Hasan Ünal’ın Yunanlı eşinin yol gösterdiği bilgiler ışığında araştırma farklı bir boyuta ulaştı.1923 Mübadelesinde Ordu ilimizden Yunanistan’a göç etmiş bir ailenin çocuğu olan Sanatçı Stelios Kazantzidis’in (1931-2001) babasından dinlediği bu
Anadolu türküsünü 1958 yılında “Siko horopse kukli mu” yeniden yazarak “Türkçe Bir Merhaba” adlı albüme dahil ettiğini öğrendik. Hatta bir ara Türkiye’ye konser vermek için gelen sanatçıyı dinleyenler arasında bulunan Zeki Müren, bu türkülerin içli bir hasretle söylenmesi karşısında gözyaşlarını tutamamış,sahneye çıkarak kucaklamıştır.

Yine İspanya’dan Anadolu’ya göç etmiş bir ailenin mensubu, asıl adı Davit Aragete olan Musevi asıllı Türk vatandaşı,müzisyen ve Sinema Sanatçısı Dario Moreno da (1921 Aydın-1968-İstanbul) bir müddet bulunduğu Atina’da bu türküyü çıkardığı albümüne koymuştur.

Türk Hafif Müziği Sanatçısı Ayla Dikmen (1944-1990) de Bulgaristan’da düzenlenen “2.Balkan Ülkeleri Melodiler Festivali”nde bu türkü ile Türkiye’ye birincilik ödülünü kazandırmıştır. Bizim için ortaya çıkan bütün bu araştırmalar apayrı bir değerdir. Gerek sözleri gerek müziği ile tam bir Niksar kültürünü yansıtan bu türküyü Türk Müziğine kazandıranlar elbette unutulmayacaktır.

Son yıllarda bu türkünün derlendiği, söylendiği farklı yörelerde “Bize ait” gibi iddialar karşısında bu türküyü sahiplenmemiz gerektiğine inanıyorum.

Kalenin bedenleri (yar, yar, yar yandım)
Koyverin gidenleri (Ninanay ninanayı ninanay nay)
İpek bürük bürünmüş (yar, yar, yar yandım)
Niksar’ın fidanları (Ninanay ninanayı ninanay nay)
Hopa ninna ninanay ninanay nayı
Nina nay nina nayı ninanay nay
Entarisi aktandır
Ne gelirse Haktandır

Benzimin sarılığı
Herdem ağlamaktandır.
Hopa ninna ninanay ninanay nayı
Nina nay nina nayı ninanay nay
Kaleden iniyorum
Çağırsan dönüyorum
Kurudum kibrit oldum
Üfürsen yanıyorum
Hopa ninna ninanay ninanay nayı
Nina nay nina nayı ninanay nay

 Hasan AKAR Eğitimci, Yazar
    Tokattan.net       HasanAkar58@hotmail.com

Hasan AKAR'ın Diğer Yazıları

Hasan AKAR | Tokat'ın İlk Valisi Mehmet Said Bey

Hiç yorum yok
Y aptıkları çalışmalar ve bıraktıkları eserler ile Tokat'ımıza değer katan "Cumhuriyet dönemi Tokat Valileri" yazı dizisi Kültür, Sanat ve Edebiyata yaptığı katkılarla Tokat'ımıza zenginlik katan Eğitimci yazar Hasan AKAR'ın kaleminden Tokattan.net'te başlıyor. Yazı dizisinin ilk bölümü; 1923-1924 döneminde valilik görevini üstlenen Tokat'ın ilk Valisi Mehmet Said Bey’in hayatına dair notlar Eğitimci yazar Hasan AKAR'ın kaleminden sizlerle...

  Mehmet Said Bey 1874 yılında Malatya’da doğmuştur. Mahalli Mekatib-i İptidaiyesi’nde mukaddemat-ı ulum (ilimlere giriş) okuduktan sonra Mardin Kasımıyye Medresesi’ne devam etmiştir. Ayrıca bu şehirde yaşayan Süryani bir rahipten özel olarak Fransızca dersi almştır.13.12.1890 tarihinde Mardin Sancağı Muhasebe Evrak Memuru olarak ilk görevine başlamıştır. Bu arada Mardin eşrafından Abdi Ağa ve Latife Hanımın kızı Nesime Hanımla (1879-1917)evlenmiş, bu mutlu evlilikten 1900 yılında oğlu Mahmut Hilmi 1908’de kızı Refet olmuştur.

27.08.1892 ‘de bu görevinden ayrılarak 16.09.1898 ‘e kadar Diyarbakır Jandarma’da, 17.09.1898 - 9.07.1902’ye kadar Mardin Sancağı Tabur Süvarisi, 13.013.1909 tarihine kadar da Mardin Jandarma Yazıcılığı görevlerinde bulunur. 2.Meşrutiyet döneminde yapılan seçimlerde başarılı olarak 14.03.1909 - 05.08 1912 tarihleri arasında 2.Osmanlı Meclis-i Mebusanı’na Bağımsız Mardin milletvekili olarak katılır. 1.Dönemin bitmesi üzerine Mardin’e dönerek Jandarma Tabur Kâtipliği görevini yürütür.

14.06.1912 de 2.dönem Mardin Bağımsız Milletvekili olarak meclise girer ancak 1.Balkan Savaşı nedeniyle meclis tatil edilince bir yıl açıkta kalır.

Onun için kaymakamlıklar dönemi başlar. İlk görevi 2.10.1913’de başladığı Geyve Kaymakamlığıdır. 1.Dünya Savaşı başlamıştır. O, Sarıkamış Bozgunu, Çanakkale Deniz Zaferi sırasında görevindedir. Bu yıllarda ikinci oğlu Sadrettin doğar. Buradan 25.07.1915 tarihinde Ekim 1919’a kadar çalışacağı İnegöl Kaymakamlığına atanır. Buradaki görevi sırasında verem hastalığına yakalanan eşi Nesime Hanım’ı 1917 yılında kaybeder. Aynı yıl kendisine ikinci eş olarak Zekiye Hanım’ı (1894-1967)seçer.

30 Ekim 1918’de yapılan Mondros Ateşkes Antlaşması’ndan bir ay sonra görevden alınır ve yedi ay açıkta kalır. 07.05 1919’da Söğüt Kaymakamlığına atanır. Beş ay sonra yeniden İnegöl Kaymakamlığına verilir. Bu görevinde 14.09.1920 tarihine kadar kalır. Bu dönem Mustafa Kemal’in Samsun’a çıktığı, Erzurum ve Sivas Kongrelerini yaptığı, ilk meclisin açıldığı çalkantılı yıllardır.14.09.1920 tarihinde bu görevinden Kuva-i Milliyeye katıldığı sebebiyle azledilir. Ankara Hükümeti Said Bey’i 29.10.1920 tarihinde Ilgın Kaymakamlığına görevlendirir.Bu sırada Konya ve civarında Delibaş Mehmed siyanı devam etmektedir. İçişleri Bakanı olan Refet Bele Paşa (1881-1963) 1921 yılında Konya’yı isyancılardan temizlemiş sıra Delibaş Mehmed’e gelmiştir. Kaymakam Said yaptığı planlarla Delibaş’ın kendi adamlarını yanına çekmeyi başarmış ve onlar eliyle asinin kellesini kestirerek önce Konya’ya oradan da Ankara’ya göndermiştir.

Bu nedenle halk arasında Said Bey’e “Delibaş’ın başını kestiren kaymakam” denilmiştir. Kaymakamlıklarda son görev yeri 31.05 1921-20.06 1922 tarihleri arasında bir yıl kadar hizmet ettiği Konya Karaman Kazası Kaymakamlığıdır. Sakarya Savaşının büyük bir zaferle sonuçlanmasından sonra rahatlayan TBMM Said Bey’in özellikle Delibaş İsyanı sırasında göstermiş olduğu başarısından dolayı görevinde yükselterek -4000 kuruş maaşla - Mutasarrıf unvanıyla Tokat Sancağı Mutasarrıflığına atamıştır.

Mehmet Said Bey Tokat’taki görevine 21.06.1922 tarihinde başlamıştır. O görevde iken 26 Ağustos 1922’de Büyük Taarruz başlamış 30 Ağustos 1922’de Başkumandanlık Meydan Savaşı kazanılarak vatan düşman istilasından kurtarılmıştır. Kurtuluş Savaşı sonrası mutasarrıflık unvanları kaldırılınca

Mehmet Said Bey’in unvanı da 30.09.1923 ‘de Tokat Valiliğine çevrilmiştir. Tokat Valiliği görevinde 5000 kuruş maaş tahsis edilmiş kısa sürede aynı unvanla maaşı 6000 kuruşa çıkartılmıştır. Cumhuriyetin ilanı sırasında Said Bey görevinin başındadır. Bu görevi devam ederken ikinci eşinden Fikret (Tolga) doğmuştur. Said Bey’in bu görevi 11.10.1924’e kadar sürmüş buradan atandığı Trabzon Valiliğine gitmiştir.

(Gazi Mustafa Kemal Paşa’nın Tokat’a geldiği 25 Eylül 1924 tarihinde Said Bey Tokat’tadır.15-17 Eylül 1924 tarihleri arasında yaptığı Trabzon ziyaretinde de Atamızla çekilmiş bir resmi bulunmaktadır. Bunun izahını yakınları Said Bey’in Eylül 1924’de Trabzon’a giderek sözlü emirler doğrultusunda Trabzon Valisi Cemal Bey’den görevi aldığı ancak resmi ayrılışın 11 Ekim 1924 de gerçekleştiği şeklinde yapmaktadırlar.)

Trabzon Valiliği
  Trabzon Valiliğine 12.10 1924 tarihinde 10000 kuruş maaşla atanan Mehmet Said Bey, bir önceki paragrafta da belirttiğimiz üzere Gazi Mustafa Kemal Paşa’yı 15 Eylül 1924 sabahı Hamidiye Zırhlısı ile Trabzon’a gelişinde devlet erkânı ve ulema heyeti ile birlikte karşılar. Aynı gün akşamı verilen yemekte Atamız Vali Said Bey’e “Sizi İstanbul Valisi atadım” deyince şaşıran Vali Said Bey “Aman Paşam, beni affediniz, İstanbul Valiliğini yapamam” deyince Gazi Mustafa Kemal Paşa kızar veSaid Bey, Said Bey, adam olan haris olur. Haris olmayan adam değildir” hitabında bulunur. Bu sözler karşısında üzülen Vali Said Bey boş bulunup duygularına hâkim olamayarak şeklinde cevap verince bu sözlere kızan Atamız “Kalkın gidiyoruz” diyerek ziyafeti terk eder. Vali Said Bey pişman olmuştur ama iş işten de geçmiştir. Sabaha kadar uyuyamaz azlini bekler. Ertesi gün Atamızın yaveri yanına gelerek sıkıntılı bir durum yaşayan Said Bey’i köşke götürür. Gazi Mustafa Kemal onu sakin bir şekilde karşılayarak Said Bey, siz doğru, dosdoğru bir adamsınız. Onun için İstanbul Valiliği hakikaten size göre değildir” diyerek gönlünü alır.

Trabzon yılları Vali Mehmet Said Bey için zor bir dönemdir. 1924 yılında yapılan Mübadele ile Trabzon’da yaşayan Rumların sorunsuz bir şekilde Yunanistan’a gönderilmesi ve yerine gelecek Türklerin yerleştirilmesi meselesi vardır ama bu büyük değişimi başarıyla halletmiştir.

Onun döneminde diğer bir konuda 1925 yılında yapılan Şapka İnkılabıdır. Trabzonlular şapka takma işine pek sıcak bakmamaktadırlar. Nihayetinde Yavuz Zırhlısı Trabzon ve Rize Limanlarına gelerek bölge halkına gözdağı verir. Bu sıkıntılı günlerde Vali Mehmet Said Bey şapka konusunda halkın ikna edilerek problemin çözüleceğine inanarak ikna edici konuşma ve toplantılar yapmaktadır. Hükümet ise bu konuda acele etmekte, sıkıyönetim, İstiklal Mahkemesi gönderilmesi gibi isteklerin vali tarafından yapılmasını istemektedir. Said Bey bu istekleri kabul etmeyerek kendisine süre verilirse bu işi çözeceğini, halkın şapka takacağını cevaben bildirmektedir.

Bu zor problemler hükümetle arasını açınca 21 Temmuz 1928 tarihinde görevinden emekli edilerek ayrılmak zorunda kalacaktır.

(1934 yılında Soyadı Kanunu çıkınca Trabzonlular adına kendisini Faik Ahmet Barutçu ve Münir Hüsrev Göle başkanlığında ziyaret eden bir heyet Mehmet Said Bey’e "Soyadının Trabzonlular tarafından Şapka İnkılabı sırasındaki yaklaşımından dolayı ‘ KIYMAZ ‘ soyadını verdiklerini" söylerler.)

Emeklilik ve Haydarpaşa Tren Garı’nda Dram
  21.07.1928 ‘de elli dört yaşında emekli edilen Said Bey ailesiyle birlikte İstanbul’a gelip yerleşirler. Altı çocuğa bakmak, dolayısıyla çalışmak zorundadır. Üstelik sadece kızı Refet sadece Çapa Kız Muallim mektebini bitirerek kendisini kurtarabilmiş, öğretmenliğe başlamış diğer çocukların dördü okula devam etmekte ikisi ise henüz okul çağında bile değildir.

İstanbul’da iş arar ama bütün kapılar sanki yüzüne kapanmıştır. Öyle ki zamanla kendisine iş verilmemesi için gizli bir emir verildiği düşüncesine kapılır. Bir akrabası ona iş bulur ama teklif etmekte zorlanır biraz. Haydarpaşa Tren Garında, tren seferlerinin sonunda yolculardan toplanan delikli kartondan biletleri sayarak yüzlük demetler halinde okumamış bir insanın dahi rahatlıkla yapabileceği şekilde ipe dizecektir. Emekli maaşı vardır ama İstanbul şartlarında geçinmesi mümkün değildir. Çaresiz işi kabul eder ama utancından da çocuklarının çalıştığı yere gelmesini istemez.

Ne kadar bu görevi yaptığı bilinmemektedir. Ancak gar çalışanları bir gün onun emekli bir vali olduğunu ve geçmişini öğrenince işin seyri değişir ve Mehmet Said Bey’i Demiryolcular Yardımlaşma Sandığı Müdürlüğü’ne getirirler. Kendisine Haydarpaşa Garı’nın üçüncü katında denize bakan bir oda tahsis ederler. Mehmet Said Bey bu yeni görevden sonra çocuklarını bu odada kabul edebilmiştir.

Başbakan İsmet İnönü İle Karşılaşması
  Yıl 1937, Mehmet Said Bey Ankara’ya gezmeğe gitmiştir. Ulus Meydanında gezerken Başbakan İsmet İNÖNÜ makam arabasından onu görür ve yanına çağırır, hal ve hatırını sorar. Kısa sohbetinde ne iş yaptığını da sorup da işsiz olduğunu öğrenince üzülür ve “Yarın Vekâlete gel, görüşelim” der.

Ertesi gün makam odasında görüşürler ve Mehmet Said Bey başından geçenleri özetler. Paşa, hemen Özel Kalem Müdürünü çağırarak, onu tanıtır ve “Cumhuriyetin Valisi aç ve sefil kalamaz, kendisine şerefine uygun bir iş bulunuz” der. Mehmet Said Bey bunun bir gönül alma görüşmesi olduğunu düşünerek İstanbul’a döner.

Bu görüşmeden fazla bir zaman geçmez 1937 Haziranında eve Başbakan İsmet İnönü imzalı bir telgraf gelir. Mehmet Said Bey Ziraat Bankası, Meclis-i Umumi İdaresi Murahhas Azalığına atanmıştır. Kader yüzüne gülmüş, yol artık Ankara’ya görünmüştür 23 Haziran 1937’de yeni görevine evini de taşıyarak başlar. Uzun yıllar bankada daha sonra Şeker Şirketi Murahhas Azalığı yaptıktan sonra görevini bırakır. Bundan sonraki hayatında kendini dinlenmeye çeker, çocuklarının düğün işlerini takip eder.

Bu değerli Valimiz 16.07.1965 ‘de geride yedi çocuk, on yedi torun bırakarak Ankara Numune Hastanesinde vefat eder ve Cebeci Asri Mezarlığına defnedilir.

İşte Tokat’ımızın ilk Valisi Mehmet Said Bey’in kısa hayat hikâyesi budur.
Allah rahmet eylesin.

 Hasan AKAR Eğitimci, Yazar
    Hasan AKAR       HasanAkar58@hotmail.com

Hasan AKAR'ın Diğer Yazıları
Okumadan Geçme
© Tüm hakları saklıdır
2016-2022 Tokattan.net