Responsive Ad Slot

Yazar etiketine sahip kayıtlar gösteriliyor. Tüm kayıtları göster
Yazar etiketine sahip kayıtlar gösteriliyor. Tüm kayıtları göster

İbrahim BEYAZIT | Niksar Kale Lastikleri

Hiç yorum yok
Tokattan.net | İbrahim BEYAZIT | Niksar Kale Lastikleri
Y
oksulluğun, garibanlığın sembolü olan "kara lastik" Anadolu’da hala giyilmektedir. Kırsal kesimlerde daha çok tercih edilen kara lastikler her türlü hava koşullarına dayanıklıdır.

Dağda çobanın ayağında, okulda öğrencilerin ayaklarında ve gençlerin ayaklarında rengarenk görmek mümkünüdür kara lastikleri. Türkiye’de birçok ilde ayakkabı vitrinlerinde lastikleri bulabiliriz, su geçirmez, dayanıklı ve kolay temizlenme özelliğiyle ünlü ayakkabı markalarıyla rekabet edecek düzeydedir.

Toprakla haşır neşir olan insanımıza en sadık dosttur kara lastik. Çocukluğumuzun en moda ayakkabısı olan bu lastikler yaz kış demeden her mevsime göre tasarlanmıştır. Top oynarken, koşarken verdiği rahatlık gerçekten mutluluk vericiydi.

Anadolu insanının tabiriyle; kara lastik bizim için çarıktan daha gönüllüdür. İnsanımızın talihi kara, ayaklarına giydiği lastik kara ama gönlü aktır. Yolların asfalt olmadığı, çamurlu yollarda günümüz AVM insanının bulamadığı konforu ve huzuru mazide kısıtlı imkanlarla hayatına devam eden nesil bu durumu iyi bilir. 

Yediden yetmişe her kesime hitap eden kara lastiklerin en bilinenleri Emek ve Tor markalarıydı. Lakin Tokat’ın incisi Niksar’da ise Hacı Süleyman Erdem tarafından, küçük bir atölyede üretime başlanılan, Niksar tarihinde önemli bir yeri olan "Niksar Kale Lastikleri"'ni çoğumuz bilmeyiz. 

Hacı Süleyman Erdem (Kale Hacı)
1920 yılında Niksar’da dünyaya gelen Süleyman Erdem, beş kız çocuktan sonra ailenin tek erkek çocuğudur. Babası Abdullah Kasım, annesi Mehriban Hanım’dır. 

Baba Abdullah Efendi, Niksar’da çiftçilikle geçimini sağlayan saygın biriydi. Ailenin çocuklarına yoğun bir ilgisi vardı, Hacı Süleyman hem evde hem okulda zekası ve davranışlarıyla dikkatleri üzerine çekiyordu. Yardım severliği ve başarılarıyla okulda öğretmenleri tarafından takdir ediliyordu. 

Niksar’da 1930’lu yıllarda kısıtlı imkanlarla eğitimini tamamlayan Hacı Süleyman, bir süre Sivas’a halasının yanına gider. Sivas’ta yaşadığı süre içinde farklı alanlarda çalışıp para kazanmış, aynı zamanda ailesine de katkıda bulunmuştur. Gerek çocukluk gerek gençlik döneminde tarihe damga vuran birçok olaya şahit olmuştur. 

1930’lu yıllarda Niksar’da eğitim veren okullar; 5 sınıflı Gaziahmet Danışmend İlk Mektebi, 5 sınıflı Albayrak Mektebi ve 3 sınıflı olduğu için buçuk kabul edilen Ulucan İlk Mektebi (Mekteb-i kebir)’dir. Niksar Ortaokulu’nun yapımı 1943 yılında bitmiş, 1944 yılında alınan kararla, Niksar Hususi Ortaokulu adını alarak eğitim ve öğretim faaliyetine devam etmiştir. Niksar’da eğitim imkanlarının kısıtlı olması sebebiyle öğrenciler Tokat’a veya Sivas’a gönderilirdi. 

27 Aralık 1939 Erzincan depremi 7.9 şiddetinde meydana gelmiş ve 32.962 kişi hayatını kaybetmiş, yaklaşık 100.000 kişide yaralanmıştır. 20 Aralık 1942’de Niksar’da 7.3 şiddetinde meydana gelen depremde 3000 kişi can verirken 6300 kişi yaralanmıştır. Bu talihsiz olaylara, Hacı Süleyman Erdem şahitlik etmiş ve olaylardan çok etkilenmiştir. 

Geçen zaman içinde Hacı Süleyman Efendi askerliğini yapmış, evlenmiş ve iş hayatına atılmıştır. Askerden geldikten sonra tütün ve leblebi ticareti yapsa da aklındaki işi hayata geçirmek için planlar programlar kurmaktadır. Bir süre Niksar’da at koşum takımı yapar, 2. Dünya Savaşı’nın başlamasıyla ham madde sıkıntısı çekmiş ve istediği başarıyı yakalayamamıştır. 

Açtığı dükkanda eski araba lastiklerinden sandalet ve lastik imalatı yapmaya başlayan Hacı Süleyman Efendi, yaptığı kara lastiklerle Niksar’da büyük bir başarıya imza atar. Yeteneği ve zekasıyla ürettiği lastikler, başta Niksar olmak üzere birçok bölgede giyilmeye satılmaya başlanmıştır. Aklında daha büyük bir işletme ve onlarca çalışanla hizmet vermek vardır, bunun için Ankara’ya lastik imalatı yapan fabrikalara işin detayını öğrenmek için yola çıkar ve Nabi Dalbudak’la tanışır. Ankara’dan Niksar’a dönen Hacı Süleyman atölye açma fikrini ısrarla söylese de çevresinden destek bulamaz ta ki Rasim Erdemir işe ortak olana kadar. 

1952 yılında Niksar Bengiler’de Rasim Erdemir’le birlikte atölye açmak için gerekli malzemeleri toplayan Hacı Süleyman, üretime başlamak için yoğun bir çalışma içine girmiştir ve "Niksar Kale Lastikleri" markasıyla sektörde yerlerini alırlar. Aylar yıllar derken marka haline gelen kara lastikler model ve renkli üretimiyle yediden yetmişe, köylüden şehirde yaşayan insanların tercihi haline gelmiştir. 

Rasim Erdemir ve Hacı Süleyman Erdem’in ortak girdikleri lastik üretim işi zamanla çok karlı bir işe döner. Niksar’ın ismi çevre köy kasaba ve illerde duyulmaya başlanır. Deri işlemeciliğinde önemli bir yeri olan Niksar’da Çanakçı Deresi, Arasta Çarşısı deri işleyen tabakhanelerle doludur. İşlenen deriler başta Tokat olmak üzere çevre illere gönderiliyordu. İşlenen deriler mamül eşyaya dönüştürülüyordu. Gelişmiş el işçiliği, boyama işlemleriyle Niksar Tokat’ta önemli ticaret merkezine dönüşmüştür. 

1956 yılında Niksar’da un fabrikası satın alarak atölyeyi buraya taşırlar. 1960 yılında sadece lastik değil terlik imalatına da başlatırlar. Rasim Erdemir sağlık sorunları sebebiyle işlerine ara verir ve 1986 yılına kadar fabrikanın kontrolünü Hacı Süleyman Erdem alır. 

İşlerini her geçen gün büyüten ortaklar onlarca insana ekmek kapısı olan işletmeleri Niksar’ında kaderini etkilemiş, insanları istihdam ederek göçün azalmasını sağlamıştırlar. 1950’li, 1960’lı ve 1970’li yıllarda yoğun bir üretim gerçekleştiren Süleyman Efendi ve Rasim Efendi 1980’li yılların ortalarında farklı sebeplerden ortaklıklarını bitirmişler, kendilerine ait üretim merkezi ve markalarla yollarına ayrı devam etmişlerdir. 

Hacı Süleyman Erdem insanları kırmadan, incitmeden sabırla dinleyerek saygınlığından ödün vermemiştir. Her daim gelişime açık ve memleketin kalkınmasında elinden geleni yapmaya gayret göstermiştir. Kazandığı parayı iyi kullanmış, savurgan birisi olmamıştır. Yaşamı boyunca çok sayıda ödül alan Süleyman Erdem, Niksar Devlet Hastanesi için yaptığı yardımlar sonrasında dönemin Cumhurbaşkanı Süleyman Demirel tarafından Çankaya Köşkü’ne davet edilecek kadar değerli bir insandı. 

25 Şubat 1999’da Rasim Erdemir, 12 Nisan 2003 yılında ise Hacı Süleyman Erdem hayatlarını kaybederek Rahmeti Rahmana kavuşmuşlardır. 

Memleketimize yaptıkları hizmetlerinden dolayı bu önemli şahsiyetleri unutmamak ve hatıratlarını yaşatmak önemli bir vazifedir. 

Rahmet ve minnetle...

   İbrahim BEYAZIT  Araştırmacı Yazar
 
 Tokattan.net
  ibrahimbeyazit60@gmail.com


Yazarın Diğer Yazıları

İbrahim BEYAZIT | Tokatlılar nasıl hamamcı oldu?

Hiç yorum yok
Tokattan.net | İbrahim BEYAZIT | Tokatlılar nasıl hamamcı oldu?
T
okat denilince aklınıza birçok şey gelebilir, Tokat kebabı, üzüm bağları, tarih, yöresel oyunlar, yazmacılık, doğa...

Ama birçok insan Türkiye'nin her köşesinde bulunan hamamların birçoğunun neden Tokatlılar tarafından işletildiğini bilmez.

Tokat'a yolunuz düştüğünde muhakkak gidilmesi gereken yerlerin başında hamam gelmeli. Ali Paşa Hamamı (1572), Pervane Hamamı (1277), Paşa Hamamı (1437) hizmet veren eşsiz tarihi yapılardır.

Hamamlar, ibadet ve temizliğin buluştuğu yerler olarak bilinir çünkü; hamam camilerin yanında veya yakınında kurulurdu. Selçuklulardan, Osmanlı'ya ve günümüze kadar hamamcılık bir gelenek, meslek olarak yaşatılmaktadır. Bu durum hamam kültürünün Tokatlılar için köklü bir geçmişinin mirasıdır. Türklerin kendilerine vatan edindikleri Anadolu’daki Roma hamamlarını kolayca benimsemeleri ve dönüştürmelerinde İslamiyetin temizliğe özel bir anlam atfetmesi ve en temel ibadetlerinden biri olan namazla birlikte paralel bir bedensel temizlik zorunluluğu olması yatmaktadır. Bu nedenledir ki hamamın Türk kültürüne girişini kolaylaştırmıştır.

Tokat'ta Roma, Bizans, Danişmentli, Selçuklu ve Osmanlı dönemlerinde yapılmış hamamlar ve hamam kalıntıları hali hazırda mevcuttur. Tokat'taki tarihi yapılar içerisinde hamamlar nüfusa oranla bir hayli fazladır. Evliya Çelebi'nin Seyahatnamesi ne göre Tokat'ta 12 hamam vardır. Bu tarihi hamamların bir kısmı günümüzde hala kullanılmaktadır. Hamamların bazıları ise harabeye dönmüş durumdadır.

Osmanlı'da bir meslek el değiştiriyor
Türk hamam geleneği asırlar boyu yaşatılmıştır ve Anadolu'da hangi hamamın kapısı aralasanız bir Tokatlı tellak bulmanız kaçınılmazdır. Osmanlıdan bu yana gelen Türk hamam geleneğinin devamını sağlama ve işletmede Tokat ahalisinin önemli bir payının olduğu kaçınılmaz bir gerçektir. Günümüzde Tokatlıların adlarının hamamlarla anılması ise bir devri kapatan Patrona Halil isyanına kadar dayanıyor. 

Beyazıt Hamamı, İstanbul’da Türk hamam mimarisinin bugün ayakta kalabilmiş mimari nisbetlerin âhengi bakımından en gösterişli örneğidir.

2. Beyazıt zamanında yaptırılan İstanbul'un en büyük hamamlarından olan Beyazıt Hamamının işletmecisi isyancı 'Patrona' lakaplı Halil idi. Beyazıt Hamamı erkekler ve kadınlar kısımlarına sahip bir çifte hamamdır. Yan yana olan kısmen taştan inşa edilmiş bu iki bölümün büyük kubbeli soyunma yerleri cadde kenarında olmakla beraber erkekler kısmının yüksek sivri kemerli bir taçkapı karakterinde olan girişi caddeye açılmaktadır.

III. Ahmed döneminde Osmanlı Batıyla yakın ilişkiler kurmuş bazı reform girişimlerinde bulunulmuştur. Lale devri, 1718 yılında padişah III. Ahmet ve sadrazam Nevşehirli Damat İbrahim Paşa döneminde başladı. Pasarofça Antlaşması ile başlayan bu dönemde birçok yenilikler yapıldı. Yirmisekiz Çelebi Mehmet Efendi'nin oğlu ile Macar asıllı İbrahim Müteferrika'nın yardımı ile İstanbul'da ilk matbaa kuruldu. Yangın söndürmek için kurulan ilk modern kurum olan Tulumbacı Ocağı ise Gerçek Davud Ağa tarafından kuruldu. 

Lale Devrinde hamam işletmelerinde Arnavutların etkisi vardır. Hamamlar en mahrem alanlar olmakla birlikte en gizli, önemli işlerin konuşulduğu yerler olarak da kullanılmaktaydı. Bu sebeple hamam işletmelerinin güvenilir insanların olması hem can güvenliği hem de mahremiyetin korunması açısından önemli bir meslekti.

Hz. Mevlana'nın "Tokat'a gitmek gerek , Çünkü Tokat'ta insan ve iklim mutedil" diye övdüğü tek şehirdir. 

Patrona Halil Arnavut kökenli, Beyazıt Hamamında işletmeci ve tellak olarak çalışmaktaydı. Halil'e hamam işletmeciliği görevi Osmanlı Padişahı III. Ahmed tarafından verilmişti.

Lale devrinde organize edilen cinayetler genelde hamamlarda işlenmeye başlanmıştır. Hamamlarda silah, bıçak gibi savunulacak şeyler olmadığından insanlar çaresizce öldürülmekteydi. Bu durumu fırsat bilen Patrona Halil, tellakları ayarlayıp istediği kişileri boğduyor veya farklı tekniklerle rahat bir şekilde öldürtebiliyordu. Böylece cinayetler, isyanlar kontrol edilemez bir hale gelmiş ve süreç Lale Devri padişahı III. Ahmed'i tahtan indirmeye kadar gitmiştir.

Lale devrinin bitmesinde neden olan Patrona Halil İsyanı, III. Ahmed'i tahtan indirmiştir. İsyan sonrasında tahta geçen I. Mahmud kontrolü ele aldıktan sonra isyancıları, hamamcıları ve tellakları cezalandırıp, İstanbul ve Anadolu'daki hamam işletmelerini Tokatlılara vermiştir.

I. Mahmud'un vatanını satmayan güvenilir insanlara ihtiyacımız fermanına karşılık, vezirlerin önerisiyle günümüze kadar devam eden hamamların işletmeciliği ve tellaklık mesleği artık Tokatlıların olmuştur.

Dünya siyasi tarihine damga vuran ve üç kıtada hüküm süren Osmanlı İmparatorluğu birçok milleti sınırları içinde barındırmış, her dönemde olduğu gibi Tokatlılar en güvenilir teba olmayı başarmıştır.  Tokatlılar, 21 yy. Türkiyesi'nde binlerce yıllık bir mesleği Anadolu'nun her köşesinde yaşatmayı ve itibar kazandırmayı başarmıştır. Bugün Edirne'den Kars’a, Samsun'dan Hatay'a kadar her bölgede bulunan hamamlarda Tokatlı hamam işletmecisi veya tellak bulmak bizim için gurur kaynağıdır..


   İbrahim BEYAZIT  Araştırmacı Yazar
 
 Tokattan.net
  ibrahimbeyazit60@gmail.com


Yazarın Diğer Yazıları

Metin GÜRDERE | Annem Latife GÜRDERE

Hiç yorum yok
Tokattan.net | Metin GÜRDERE | Annem Latife GÜRDERE
A
nnem Latife Gürdere’nin hikâyesi, 20. YY.’ın ilk yarısında Anadolu’da yaşanan bütün acılardan payına düşeni yaşamış bir Anadolu kadının hikâyesidir. 1916 yılında ailesinin ilk çocuğu olarak Erzincan’da doğmuş. Henüz kırk günlük bebekken Rusların Doğu Anadolu’yu işgali durumu ortaya çıkınca ailece Erzincan’dan kaçmışlar. “Beni beşiğimden kucaklayıp, her şeyi geride bıkarak yollara düşmüşler” derdi. Sonra büyüklerinden dinlediği haftalar, aylar süren acılarla dolu göç yolları… 

Zile’ye kadar kaçmışlar. Zile’de, 40 yıl kadar önce 93 Harbinde (1877 Osmanlı Rus Savaşı) Kars’tan kaçarak Zile’ye yerleşen akrabalarının yardımıyla yeni bir hayat kurmaya çalışmışlar. Orada da Zile isyanı patlak vermiş. “Babam beni sırtına almış ekin tarlalarının arasında sürüne sürüne bizi kaçırmaya çalışırken top mermilerinin üzerimizden geçtiğini hatırlıyorum” diye anlatırdı. Ruslar geri çekilince memlekete dönelim demişler ve Erzincan’a geri dönmüşler. 17 yaşına gelince kendileri gibi Ruslar gelince Erzincan’dan kaçıp, geri dönerken de Tokat’a yerleşen akrabalarından olan babama istemişler, Tokat’a gelin gelmiş. O yıllar dünyada ve Türkiye’de büyük bir ekonomik krizin yaşandığı zor yıllar. Birlikte oldukları ilk gece babam anneme bir lira vermiş. Ertesi sabah “başka param yok” diye verdiği o parayı geri istediğini anlatırdı gülerek.

Gelin olarak Tokat’a geldikten birkaç gün sonra cumhuriyetin kuruluşunun onuncu yıldönümünü kutlama şenlikleri başlamış. Tam yeni bir hayat kurup biraz olsun rahatlayacakken 1939 Erzincan depremi olmuş. Annesini ve iki kız kardeşini o depremde kaybetmiş. Bu acıyı hep yaşadı. Daha sonra II. Dünya Savaşı, babamın yeniden askere alınışı, kıtlık, yokluk, çaresizlik yılları. Babam dökümcüydü. II. Dünya savaşı sonrası işleri gelişmiş, biraz rahatlamışlar. Ama birkaç yıl sonra 1952’de henüz 44 yaşındayken babam vefat etti. Ben henüz sekiz yaşımdaydım, annem 37 yaşında, iki de ablam var. Annem ondan sonraki hayatını bizi koruyup, kollayarak yetiştirmeye adadı.

Yoksul bir aile değildik, ama zengin değildik. Babam yaşasa ailemizin refah seviyesinin artacağına inanan annem zaman zaman;
Bostan ektim evlek, evlek
Dadandı karaleylek
Dedim bir murat alıyım
Koymadı kahbe felek

diye türkü söyleyerek ağlardı.

Feleğin acılardan acılara savurduğu birisi olarak beni geleceğinin güvencesi olarak görüyordu. En büyük korkusu üniversite eğitimi için gittiğim İstanbul’da Tokatlı olmayan bir kızla evlenerek orada kalmamdı. Çünkü böyle bir durumda geleceğinin güvencesini kaybedecekti. Korktuğu başına gelmedi.

Dik duruşlu, ailemizde her şeyin kendi istediği gibi olmasını isteyen, baskın kişilikli birisiydi. Doğal olarak çocukluktan delikanlılığa geçişimde benim üzerimdeki kontrolünü giderek kaybetti. Ama her zaman beni yönetmeye ve yönlendirmeye çalıştı. Öyle ki bakan olarak Türkiye’yi yöneten hükumetin üyelerinden biri olduğum dönemde bile neleri nasıl yapmam gerektiği konusunda bana talimatlar veriyordu.

Kişiliğinin bu yönü sebebiyle çatışmaları kaçınılmaz olacağı için evlenince eşimi uyarmıştım. “O ne derse desin sakın cevap verme” demiştim. Bir süre sonra annem bu durumdan da şikâyetçi oldu; “Oğlum, oğlum! Ne desem bana cevap vermiyor, beni çatlatıyor” dedi. Baştan eşimle kavil kestiğimiz için on yıl babamın ölmeden aldığı ahşap evde beraber yaşadık.

Ailemiz için yeni bir ev yaptırınca bütün ısrarlarımıza rağmen bahçesini bıkamayacağını söyleyerek oraya gelmek istemedi. Ama asıl sebep yeni evde hâkimiyetin eşime geçecek olmasıydı. Kadınlar, kendilerinin sahip oldukları, istedikleri gibi dayayıp döşedikleri ve yönettikleri bir evi olsun istiyor.

Astım bronşit rahatsızlığı vardı. Yaşı ilerleyince senede bir iki defa hastanede tedavi görürdü. Bu tedavilerden sonra biraz rahatlar, bir süre bizde kaldıktan sonra evine dönerdi. “Her seferinde beni Azrail’in elinden alıyorsunuz. Yaşa, yaşa bunun sonu ne olacak?” derdi. 2009 yılında kaybettik. Padişahlık döneminde doğan annem 93 yaşına kadar süren uzun ömrü boyunca Türkiye’nin yaşadığı değişme ve gelişmelere yaşayarak şahit oldu. Yeni gelin geldiğinde, evi idare lambası (gaz lambasının en ilkel şekli) ile aydınlatıyorlarmış. Bütün mahalle gibi suyu mahallenin çeşmesinden getiriyorlarmış. Senelerce evin yemeğini maltızda (odun kömürü yakılan özel ocak) pişirdi. Öldüğünde evinde telefonu, renkli televizyonu, buzdolabı, çamaşır makinası olan birisiydi.

Hiç okula gitmemişti, okuryazarlığı da yoktu. Ama sözlü olarak nesilden nesile aktarıla gelen sözlü kültürün temsilcilerinden biriydi. Kim bilir kimlerden öğrendiği halk hikâyeleri, masallar anlatır, atasözleri söylerdi. “Oğlum, oğlum sırrını karına bile söyleme!” derdi. Eşim bu söze halâ içerler. Bu sözler bende etkili olmuş ki sır saklamayı bilen birisi oldum...

   Metin GÜREDERE Devlet Eski Bakanı
 
 Tokattan.net
  tokattannet@gmail.com


Yazarın Diğer Yazıları
12 Eylül'de Tokat  13.09.2019
Tokat'a Dair Sosyolojik Analiz  05.11.2017
Tokat'ta Bayramlar  30.08.2017  

Metin KILIÇ | Ramazan'da Çocuk Olmak

Hiç yorum yok
Tokattan.net | Metin KILIÇ | Ramazan'da Çocuk Olmak
S
aat gece yarısına ulaştığında sokağın başında çalan davulun sesiyle başlar sahur. Akşamdan annenize yalvardığınız ve annenizde size “kaldıracağım yavrum haydi yat” diye söz verdiği için uykunun en derin ve tatlı yerinde onun şefkatli eli dürter sizi “haydi yavrum kalk sahur oldu”. Sesi duyarsınız duymasına da kalkmak o kadar kolay mı? Biraz daha, biraz daha.. Derken o şefkatli ve sıcak ses bu sefer tonu biraz daha fazla olarak uyandırır sizi uykunuzdan.

Siz yatağın içinde doğrulup etrafa uykulu gözlerle bakarken evin diğer halkı oturmuştur bile yer sofrasının başına. Mis gibi kokan çökelikli katmerlerin yanında tavşankanı çaylar bardaklara doldurulurken gözlerini ovalayarak uykuya direnmek, çoğu zaman uykum açılmasın diye yüzünü bile yıkamadan oturmaktır sofraya, ne yediğini, nasıl yediğini bilmeden atıştırmak, yatak soğumadan tekrar yatağını el yordamıyla bulmaktır, sahur. Ertesi gün mahalledeki çocuklar arasında bir ayrıcalık bir itibardır çocuklar için sahura kalkmak.

Yalnız öğlene doğru iyice acıkır azda susar çocuk. Kendisi diyemez ama gözü hep terekte duran geceden kalan yiyeceklerde olur. Evin büyükleri durumu anlar. Anne baba başlar takılmaya “yavrum orucunu bana sat”, “satmam”, “o zaman sen tekne orucu tut” falan derken uzlaşı sağlanır, oruç bozulacaktır. Ama hiçbir zaman bozdun denmez çocuğa anne akşamdan kalan yiyeceklerden bir sofra hazırlar sevecen bir sesle “gel yavrum yemeğini ye ağzını yıkar yine devam edersin orucuna” dediğinde dayanamaz çocuk hazırlanan yemeği yer ağzını yıkayıp yeniden başlar “tekne orucunu” tutmaya.

Bazen de oruç tutmak babaanne ve dedenin sırtında akşamı etmektir. Akşam iple çekilir öğle yemeği yenmesine rağmen yinede herkesten önce sofraya oturup gündüzden hazırlanan çeşit çeşit iftarlıkları önüne dizip elindeki çatal kaşıkla ezan beklemektir.

Çocuk mahalledeki arkadaşlarına oruçlu olduğunu söylediğinde aynı emsal arkadaşları “essahtan mı diyon lan”  sözleriyle beraber inanmamanın varlığıyla ispat için dil göstermesi istenirdi.. Açlık ve susuzluktan beyazlaşan dili gören çocuklar “yarın bende tutacağım” sözleri ile arkadaşlarına duydukları özentiyi ifade etmeye çalışırlardı bizim çocukluğumuzda..

Başçiftlik’te iftar davetlerine “oruç açma” denilirdi. Gelenek olan oruç açma törenleri Başçiftlikli için çok yorucu olurdu, öğlen vakti evin kızı, gelini veya kadını davet edeceği komşuları ve akrabaları gezer “akşam bize oruç açmaya buyurun” denilirdi. Oruç açmaya cümbür cemaat bütün aile gider, erkekler bir odada, kadınlar mutfakta yemeklerini yerlerdi. Ortaya serilen sofra bezinin üstüne konan halbur ve eleklerin üzerine konulan siniye önce ekmek, su ve hoşaflar dizilir, daha sonrada her yemekten bir tabak yemek konulur, aynı tabaktaki yemekler kaşıklanarak yenilir, yemek bittikçe ilavesi yapılırdı. Ortalık bir anda kaşık sesine gider, börekler yufka ve tatlılar çorba, dolma, pilav, sütlü tabakları biri gider biri gelirdi. Oruç açma törenlerine imam mutlaka çağrılır yemeğin sonunda sofra duası okunurdu.  Yenen yemeklerden sonra topluca kılınan akşam namazı akabinde herkesin birbirine uzattığı tabakalardan yakılan sigaralar keyfe keyf katarken ev sahibi de misafirlerini ağırlamaktan mutlu kazandığı sevabı düşünerek bütün yorgunluklarını unuturdu. İnsanlar topluca teravih namazı için camiye giderken tüm mekânlar biz çocuklara kalırdı.

Annelerimizin peşine düşerek teravihe gittiğimizde erkekler tarafına girer, önce uslu uslu oturur, ne yaptığımızı bilmediğimiz için büyükleri taklit ederdik. Sonra yavaş yavaş gevşeyerek kikirdediğimizde yanımızdaki yetişkin dirseği ile dokunarak bize yanlış yaptığımızı belli ederdi, aralarda hep bir ağızdan okunan salâvatlar ise biz çocukların çok hoşuna giderdi. Akşam namazı ile yatsı namazı arasında mutlaka vaiz edilir ramazanın ve orucun faziletleri uzun uzun anlatırlardı. Teravih namazının selam aralıklarında  salavat getirilip hep bir ağızdan huşu içinde “hoş geldin ya şehri ramazan” derken mest olur, Son gecelerinde ramazan yolcu etme ilahilerinde Lelenin oğlunun acıklı sesi ile ramazan yolcu etmesini dinlerken cemaatin çoğu ağlardı.

Bizim zamanımızda teravihte çocuklar genellikle abdestsiz gider, namazın ne zaman başladığını, ne zaman bittiğini bilmediğimiz için eğilir doğrulur kalkardık genellikle en arkada saf tutar namaz başlayınca başlardık kikirdemeye. Bilirdik ki kimse namazını bozup bize müdahale edemeyecektir. O zaman keyfini çıkartmak lazım. İlk kikirdeyen çocuk camideki bütün çocukları otomatik komut almışçasına gülmenin cazibeli tılsımına çağırır. Bütün çocuklar öksürür tıksırır güler. Artık tut tutabilirsen. Selam verildikten sonra yetişkinlerden biri hışımla kalktığı gibi ayağa okkalı tokatlar inerdi yanaklarımıza, ta ki biri çıkıp ta “dokunmayın çocuklara” diyene kadar. ikinci fasılada çocuklar çekiştirilerek saf aralarına yerleştirilir tekbirle tekrar durulur namaza ama orası da güvenli değildir önce öksüren bir yetişkin taklit edilir işaret alınınca bir birini izler sahte öksürükler tüm çocuklar yeniden başlar kıkırdayıp fıkırdamaya. Belli bir olgunluğa geldiğimde hep düşünmüşümdür,  o yıllarda yetişkinlerin çocuklara  tahammülsüzlüğü nedendi acep.

Bizim kuşak biraz daha mı haşarıydı ne. Ramazanda yaptıklarımız aklıma geldiğinde hemen gülümserim. Gıcığın Osman, namı diğer Habudu, Apoyun Çolak ŞükrüCeniğin Gamber, Kör Sayit, Tıtır Şevket, İbicin Mıstık, Çükdanın İsa, Cinni oğlanın Kara Memet ve diğerleri cümbür cemaat aşağı mahallenin çeşmesinde yalan yanlış bir abdest alır doluşurduk camiye. Yukarı mahallenin çocuklarıyla beraber arkada iki saf oluşturur, hocanın vaizini anlamasak da iki dizimizin üstünde yinede sessizce dinlerdik.

Yatsı namazının sünneti sessizce kılınır Farz namaz başlayınca büyükler öne gider caminin arka tarafı tamamen bizim egemenliğimize geçerdi. Önceden ayarlayıp yakamıza taktığımız iğne yerinden çıkartılır secdeye gidenin kalçasına batırılırdı. Aman Allahım! Seyreyle gümbürtüyü. Mest olurduk gülmekten..tabii farz namaz olduğu için kimse namazını bozup bize müdahale edemez. Selama kadar epeyce de zamanımız var... Eğer arka tarafta yaşlı bir ihtiyar yada Tınının Sağır varsa şamata tadından yenmez keyfimize diyecek olmazdı... Herkes secdeye gidince Sağırın yada Deli İhsan'ın arkasına yaklaşılır iki ayağından tutup hızlıca çekince zavallı Sağır yada Deli İhsan halının üstüne yüz üstü up uzun uzatılırdı.. İşte o zaman seyreyle gümbürtüyü... Sağır başlardı  yüksek sesle “Heytey tey hey tey tey..”  diye bağırmaya  tabii bizde  koşarak doğru avlu kapıya. Hoca “Esselamu Aleyküm” dediğinde bazen ayakkabılarımızı bile alamadan kaçışırdık. Mahallenin karanlık sokaklarına. Daha geri dönmek ne mümkün. Çünkü bunun ardından genellikle büyük sopa gelirdi hemde ne sopa. Acaba şimdinin çocuklar yapar mı böyle şaka.

Ramazan'da çocuk olmak bayram sabahı bayramlıklarını giyip büyüklerin ellerini öpmek, şeker ve harçlık toplamak, arada birde topladıkları harçlığı sayıp para ve şeker çokluğuyla yandaki çocuklara hava atmaktır.

Çocuklar olmadan, bunlar yaşanmadan çıkmaz ki ramazanların tadı…

Sürçü lisan ettiysek affola, Çoluğumuzla çocuğumuzla nice mutlu ramazanlara...

“Neyleyim dünyanın dolu malını
Hesabını görmeye fermanım mı var

Bu mülkün hesabın bizden sorarlar
Onun için elin çekmiş veliler
Haramı var diye korku verirler
Benim ipek yüklü kervanım mı var.”

   Metin KILIÇ Eğitimci Yazar
 
 Tokattan.net
  metinkilic56@hotmail.com


Yazarın Diğer Yazıları
İBÜK  21.09.2019
Başçiftlik'te Kayak ve Kış Turizmi  20.01.2018
Gurbet Kuşları  30.11.2016  

İbrahim BEYAZIT | Fatih’in Hocası Tokatlı Molla Hüsrev

Hiç yorum yok
Tokattan.net | İbrahim BEYAZIT | Fatih’in Hocası Tokatlı Molla Hüsrev
T
okat’ın sahip olduğu değerli şahsiyetleri anlatmadan önce eşsiz güzelliklere sahip, coğrafyadan bahsetmeden olmazdı. Söz konusu Tokat olunca, herkesin överek anlattığı renklerin, dostluğun, hoşgörünün bilgeliğin şehri desek eksik bile söylemiş oluruz aslında. Almus Barajı’ndan doğan yeşilliğin tüm tonlarını Pazar, Turhal, Niksar, Erbaa, Zile, Başçiftlik ve Reşadiye ilçelerinde de görebilirsiniz. Her gelenin havasına suyuna doğasına hayran kaldığı bu şehir ilim ve irfan yurdu olarak da bilinir.

Tokat’ı sadece görerek değil zihinlerde de konuk ederek yaşamak lazım. Baştan başa nazlı nazlı akan ırmaklar, efsunlu renkler insanı zinde tutarken, huzur bulmamızı da sağlar. Tokat demek, hoşgörünün hakim olduğu, huzur ve güvenin toprakları demektir. Tokat, büyük Hünkar Hacı Bektaş-ı Veli’nin hayır duasına mazhar olmuş kadim şehirdir. Alimler Konağı, Fazıllar Yurdu ve Şairler Yatağıdır.

Osmanlı’ya 6 tane Şeyhu-l İslam yetiştiren Tokat, gönülden dualara mazhar olmayı başaran ender şehirlerdendir. Osmanlı’nın en üst makamlarına devlet adamı yetiştiren bu topraklar her zaman övgüye ve hoş görüye layık olmuştur. Altı asırlık İslam coğrafyasında yerini en mümtaz şekilde muhafaza eden Tokat, ünü en ücra köşelere kadar duyulan Molla Hüsrev’i de bağrından yetiştirerek İstanbul’u fetheden Fatih Sultan Mehmet’e hoca olarak yetiştirmiştir.

Molla Hüsrev Efendi
Çağ kapatıp çağ açan, imparatorluk yıkıp Osmanlı’yı dünya hakimi yapan Fatih Sultan Mehmet Han’ın Zamanın Ebu Hanife’si olarak gördü Molla Hüsrev Tokatlı idi. Mehmet Han’a azimkar olmayı, idealist olmayı ve cesaretinden ödün verilmeyeceğini öğreten mümtaz alimler vardı. Bu din alimlerinden biri de Molla Hüsrev’di. Türkmen kabilesi mensubu olan Molla Hüsrev, Tokat sınırları içinde bulunan Kargı Köyü’nde dünyaya gelmiştir. Asıl adı Muhammed Feramuz’dur. Bazı kaynaklarda doğum tarihi (?-1480) olarak yazılsa da kesin olarak doğum tarihi bilinmemektedir.

Yüksek tahsilini tamamlamak için Edirne’ye gelen Molla Hüsrev, genç yaşta Haydar Herev’iden aldığı derslerle müderris olmayı başarmıştır. 2.Murad döneminde ilmi ve irfanından bahsettiren Hüsrev Efendi, İstanbul’u fetih ederek peygamberimizin duasına mazhar olan büyük komutan Fatih Sultan Mehmet’in de akıl hocalığını yapmıştır.

Sırasıyla Edirne Kadılığına gelen Molla Hüsrev Efendi, İstanbul’un fethinden sonra İstanbul kadısı olarak görev yapmıştır. Sultan Fatih’in Manisa’da aldığı şehzadelik eğitiminde büyük rol oynayan Molla Hüsrev, Dönemin Ebu Hanife’si olarak bilinmiştir.

Osmanlı ilim ve irfana önem veren bir imparatorluktu. Uzun yıllar hizmet hayatında çok sayıda alimin yetişmesini sağlayan Hüsrev Efendi, çok sayıda da eser kaleme almıştır.

Asrın İmamı olarak görülen Molla Hüsrev, Fatih Sultan Mehmet’i şehzadeliğinden beri yalnız bırakmamış İstanbul’da kadılık yaptığı sürece adalet ve liyakatten ödün vermemiştir.

Temizliğe büyük önem veren Hüsrev Efendi, eli açık bolca bağış yapan hayırsever mütefekkir, din alimiydi. Cuma namazlarını Ayasofya’da kılar ve kıldırırdı. Talebeleri ve halk arasında itibarı büyük olan Hüsrev Efendi, sözünü tutan, ilmiyle amel etmiş, mütevazi bir hayat süren bir din bilginiydi.

Osmanlı hukuk tarihinin önemli şahsiyetlerinden olan Molla Hüsrev'in şiir, hat sanatı, dil, edebiyat alanlarında eserleri bulunmaktadır. Fatih Sultan Mehmet’in yetişmesinde büyük emek ve gayret gösteren bu zat, Sahn-ı Seman Medreselerinin programını hazırlayanlar arasında çalışmalar yapmıştır.

Bir rivayete göre Sultan Fatih bir toplantı esnasında, sultanın kendisini sol tarafına, Molla Gürani’yi de sağ tarafına oturmasına kırılan Molla Hüsrev bu olay sonrasında Bursa’ya yerleşir. İlmi çalışmalarına Bursa’da devam edem Hüsrev Efendi 1480 yılında hayatını kaybeder. Bursa’da mezar taşında; ‘’Menba-ı İlmühüner, Varis-i ulume Hayr-il beşe, Fazlı mürşidi eser Sahibüd-Dürer vel Gurer Mevlana Muhammed Hüsrev’’ kitabesi yazar.

Eserleri;
Dürer-ül Hükkam fi Şerh-i Gurer-il Ahkam
Şerh-ul Miftah
Şerhut-Telvih
Şerhu Usül-ül Pezdevi

   İbrahim BEYAZIT  Araştırmacı Yazar
 
 Tokattan.net
  ibrahimbeyazit60@gmail.com


Yazarın Diğer Yazıları

Hasan AÇIKEL | Son Kale Çanakkale

Hiç yorum yok
Tokattan.net | Hasan AÇIKEL | Son Kale Çanakkale
Ç
anakkale deyince aklınıza ne geliyor?
Çanakkale, 18 Mart 1915 tarihiyle özdeşleşen, üzerine şiirlerin yazılıp okunduğu, memleket türkülerinin söylendiği, sinema diliyle beyaz perdeye aktarılan kahramanlık hikayelerinin anlatıldığı sadece bir gün veya bir haftadan mı ibaret? Çanakkale; Gazi Mustafa Kemal Paşa'nın, Tokatlı Kınalı Ali'nin, Onbeşlilerin, Seyid Onbaşı'nın tarih sahnesine çıktığı, binlerce isimsiz kahramanın yanı sıra yüz binden fazla okumuş ve aydın evladın şehit düştüğü savaşın adıdır aslında. 

Evet, yüz binden fazla okumuş ve aydın...

Çanakkale savaşının kahramanlarından Gazi Mustafa Kemal bu acı tabloyu "Biz, Çanakkale’de bir Dar-ülfünun (Üniversite) gömdük" sözleri ifade eder ki vatanın müdafaası için öğrenciler cepheye koşmuş ve şehit düşmüş, okullar mezun verememiştir.

1912’de 60 mezun veren Galatasaray Lisesi, 1915 yılında 18, 1916’da 4 ve 1917 ise sadece 5 öğrencisini mezun verebildi. Çanakkale’ye gönüllü olarak giden İstanbul Lisesi öğrencileri, 13 Mayıs 1915’te Arıburnu’na sevk edilen ikinci tümene katıldılar. İstanbul Lisesi bu taarruzda 50 öğrencisini kaybetti. Vefa Lisesi ve Çapa Erkek Öğretmen Okulu ise bu yıllarda öğrencileri Çanakkale Savaşı’na katılıp, şehit düştüklerinden mezun bile veremedi.

Sadece İstanbul'da değil tüm yurttaki okullar, Çanakkale'de savaşmak için cepheye giden öğrencileri nedeniyle boşaldı. 1916-1917 öğretim yılında Balıkesir Lisesi, Çanakkale Savaşları’nda 94 şehit verirken Balıkesir Erkek Muallim Mektebi, 1914-1918 yılları arasında yalnızca 2 mezun verebildi. 17 yaşında cepheye giden Sivas Lisesi öğrencileri okuldan ayrılırken, hocalarına hitaben tahtalara; “Hocam biz Çanakkale’ye gidiyoruz. Hakkınızı helal edin.” diye yazdılar. 1915’te Sivas Lisesi hiçbir  mezun veremedi. Serhad şehri Edirne'de, Edirne Lisesi’nin harbe katılan öğretmen ve öğrencilerinden geri dönen olmadı. 1911’de 64 öğrencisini mezun eden Kastamonu Abdurrahman Paşa Lisesi 1916- 1917’de hiç mezun veremedi. Trabzon, Erzurum ve Konya Gazi Liseleri'nde de durum bundan farksızdı.

Bu savaş “Çanakkale İçinde Aynalı Çarşı” türküsündeki gibi ülkeye “gençliğim eyvah” dedirtti ama o öğrencilerin cesareti aşılayan mücadelesi, hem Çanakkale’den zaferle dönenlerin hem de sonraki kuşakların vatanı müdafaasındaki kararlılığını artırdı.

Çanakkale'de ecdadımız, dünyanın en gelişmiş ve güçlü ordularına karşı olmazları olduran, bütün dünyayı hayretler içerisinde bırakan bir zafere imza atan ecdadımız, aslında imanın, azmin, birlik ve beraberliğin neleri yendiğini ispatladı, bizlere. Geleceği inşa edecek nesillerin yetişmesi adına sadece bu olay, bu bölge ve bu zafer dahi gençlerimizin millî şuur kazanmalarına yetecek kadar örneklerle dolu idi.

Hep anlatılır ya... 

Dönemin Başbakanı Turgut ÖZAL, eğitim alanında uzman Japon heyetini ülkemize davet eder ve heyetten ülkemizde eğitim için çalışmalar yapmasını ister. Heyet, Türkiye'de eğitim adına araştırmalar yapar. Bir vakit sonra zamanın Milli Eğitim Bakanı Vehbi DİNÇERLER ve Başbakanı Turgut ÖZAL'ın huzuruna çıkar ve hazırladıkları araştırma sonuçlarından bir sunum yapar. Sunumda içerisinde konuşmalar öyle bir noktaya gelir ki, sunumu yapan Japon uzman gençlerimiz üzerindeki eğitimin yetersizliğini şu soğuk cümle ile yüzümüze çarpar:
- Bu eğitimle gençlerinize millî şuur vermeniz mümkün değildir! 

Şok etkisi yapan bu tespitten sonra Turgut ÖZAL sorar;
Siz Japonlar gençlerinize millî şuuru nasıl veriyorsunuz, nasıl bir eğitim programı uyguluyorsunuz ki; bizimkini yetersiz buluyorsunuz?
Japon uzman şu bilgiyi verir: 
Biz eğitime şok testler uygulayarak başlarız. Önce çocukları uçak kadar hızlı giden trenlere bindirir ve çok katlı yollardan geçiririz. En üstün teknolojiyi gösterir, robotlarla çalışan dev fabrikalarımızı gezdiririz. Bu baş döndürücü teknoloji karşısında sarsılan ve şoke olan çocuklarımıza deriz ki:
"İşte gördüğünüz bu hızlı trenleri ve üstün teknolojiyi sizin atalarınız yaptı. Eğer siz daha çok çalışırsanız daha hızlı giden ulaşım araçları yapar, daha üstün teknoloji meydana getirir, daha modern fabrikalar kurarsınız." Sonra çocuklarımızı Hiroşima ve Nagazaki'ye götürüp düşmanın harap ettiği bölgelerimizi gezdirir ve bu defa da onlara deriz ki: "Bakın, eğer siz birlik beraberlik içinde çalışmazsanız, işte düşmanlar sizin ülkenizi böyle yakar yıkar, bu hale getirirler. Ama birlik beraberlik içinde çalışırsanız, güçlü olursunuz, düşmanlarınız size saldırmaya cesaret edemezler. Dünyadaki devletler size saygı duymaya mecbur kalırlar. Artık birlik beraberlik içinde çalışmak ve çalışmamak konusunda kararınızı siz verin!.." Bu örneklerle çocuklarımız kendilerine gelerek iyi ve çalışan birer Japon genci olma yolunda millî bir şuur ve heyecanla okumaya yönelirler.
Japonların bu tespitlerini sundukları sırada geriden bir ses duyulur: 
İyi de bizim sizin gibi Hiroşima ve Nagazaki'miz yoktur ki...  
Geriden gelen ses karşısında heyecanlanan Japon eğitimci hemen cevap verir:
Sizin Hiroşima ve Nagazaki gibi yerleriniz bizimkilerden çok daha etkilidir. Bir metrekareye bin merminin düştüğü Çanakkale Zaferi'nin kazanıldığı tarihî savaş alanları sizde. Çocuklarınızın ve gençlerinizin şok olması için yeter de artar bile Çanakkale. Dünyanın en gelişmiş ve güçlü ordularına karşı Türkler olmazları olduruyor ve bütün dünyayı hayretler içerisinde bırakan bir zafer kazanıyorlar. İmanın, azmin, birlik beraberliğin neleri yendiğini ispatlıyorlar burada. İşte sadece bu olay, bu bölge ve bu zafer dahi gençlerinizin millî şuur kazanmalarına yetecek örneklerle doludur. Bu sebeple gençlerinizi gruplar halinde Çanakkale'ye götürüp gezdirmelisiniz. Her Türk genci Çanakkale savaşlarının yapıldığı bölgeyi bilerek gezmeli, atalarının ne olmazları başardığını gururla görmeli, iftiharla öğrenmelidirler. Daha sonra onlara demelisiniz ki: Sizler de birlik beraberlik içinde çalışmazsanız düşmanlarınız yine gelirler, Çanakkale'yi işgal etmeye kalkışırlar, yurdunuzda özgür yaşamayı size layık görmezler, tutsakları durumuna düşürmek isterler... Ama çalışır, teknolojiyi yakalarsanız ülkenizi kalkındırır, ilerleyen ülke haline getirirsiniz. Başınız dimdik durursunuz yabancıların karşısında!...
Çanakkale savaşının yaşandığı tarihi Gelibolu Yarımadası'nın içinde bulunduğu Milli Park, 2005 yılından sonra yenilendi, yollar yeniden asfaltlandı, şehitlikler ve eserler köklü bir bakım ya da yenilemeden geçirildi. 

Günümüzde ecdadın savaştığı ve şehit kanlarıyla suladığı o toprakları görmek isteyen insanlar; okullar, belediyeler ve dernekler tarafından organize edilen kültür turları ile ya da kişisel araçlarıyla Çanakkale'yi ziyaret edip şehitlerimizi yad ediyorlar.

Bizde tekrar tekrar; "Bu toprakları bize vatan yapan şehitlerimizi rahmet ve dua ile anıyoruz..."

   Hasan AÇIKEL  Tokattan.net Genel Yayın Yönetmeni
 
 Tokattan.net
  tokattannet@gmail.com

Okumadan Geçme
© Tüm hakları saklıdır
2016-2022 Tokattan.net